Olimpiyatlardan Bildiriyorum

Yayınlandı: Ağustos 4, 2012 / Hayat, İnsan ve Hayatı, Medya-Okunanlar-Görünenler, Türkçe
Etiketler:, , , , , , , ,

Olimpiyatlar: Bir ülkeye ait sporcuların (ya da o ülkeye para ve diğer yollarla devşirilmiş olsa da o ülkenin bayrağını taşıyan formaları giyen sporcuların) başka ülkelere ait sporcularla dostluk, kardeşlik, barış duyguları içerisinde, ama birçok çok uluslu firmanın sponsorluğu ve tanıtımı eşliğinde kıyasıya rekabet edip diğerlerini yenip, geçip, ezip podyuma ve podyumun bir üst basamağına çıkarak kendi ülke bayraklarını diğerlerinin üzerinde yükseltmesi ve kendi marşını zorla dinletmesi organizasyonu. Sonunda da özet olarak hangi ülkelerin daha çok madalya kazandığı ve diğerlerini daha çok yendiğinin hatırlanıldığı köklü bir gelenek.

Her şey nasıl oldu da denk getirdiysem Türk Havayolları uçağına tam olimpiyatlar döneminde bilet almamla başladı. (NOT: THY biletini grev başlamadan çok önce almıştım. İptal ettirmeye çalıştığımda sadece 20 TL geri alabileceğimi söyediler. Hem benden tam bir bilet parası alacak, hem de daha az zaman kaldığı için boş bileti çok daha pahalıya satacak, bu arada hostesler, pilotlar zaten çalışmak zorunda kalacaktı. İptal ettirmedim.) Öyle bir bilet almışım ki olimpiyatlara Spor Bakanı ve Türk sporcularla birlikte gidiyorum. Nasıl bir heyecan!

Uçaktaki sporcular kalkıştan bir süre sonra koltuk değiştirmeye başladılar. Ortaokuldaki, lisedeki gezilerde otobüslerde yaşananlara benzer bir hava. Ne asil bir amatör ruh. Tuvalete gidiyorum. Bir sporcudan önce varıyorum. Kocaman bir boşluk var tuvaletin önünde, uçak standartlarında tabii. Tuvaletten çıkarken kapıyı hafifçe açıyorum. Başka bir yolu yok zaten. Kapı bir yere çarptı. Bir ah sesi. Aynı sporcu. Kapı koluna çarpmış. İçeride birisinin olduğu belli olan ve herkesin sırayla içeri girmeyi beklediği, dolayısıyla açılacağı belli olan tuvalet kapısının dibinde beklerken bu çarpışmaya şaşırmayı başarabiliyor ama bana bakarken. Kolunu ovuşturuyor. Sanki olimpiyatlarda artık yarışamayacak. Arkasında biriken ve kendisinin kapı dibine gelmesinde rol oynayan diğer sporcular da şaşkın, neredeyse dramatik bir an yaşanıyor: Tuvaletten biri çıktı. Boş bulunup, insanlık alışkanlığı, pardon diyorum. Cevap verecek durumda değil. Diğerlerinin de bir yorumu yok. Ama hepsi bana bakıyor. Altısı birden cilveleşmek üzere yuvarlak oluşturmuşlar, öndeki boşluğa sığmamalarının asıl nedeni bu. Birbirleriyle şakalaşıyorlardı herhalde. Ya da daha önce koridorda yürürken duymuş olduğum gibileriyle birbirleriyle dertlerini paylaşıyorlardır. “Sıkıldım! Sıkıldım, sı-kıl-dım, sıkıldım” (Bir şarkı ezgisine uyarak.) Hala bana bakıyorlar. Ben de tuvaletin içinden onlara. Sonunda yol açılıyor, şık haki pantalon ve sponsorize edilmiş havalı mavi gömlekten giymeyen bir şort-tişörtlü normal vatandaş olarak verdiğim rahatsızlıktan dolayı da hafif kamburlaşarak yerime dönüyorum.

Göz ucuyla koridorun diğer yanındaki adamda ani bir hareketlenme seziyorum. Hani sırtına bir böcek düşer ya, o panik ayarında. Yine göz ucuyla, toparlanıp geçen birisinin elini sıktığını görüyorum. Suratında olimpiyatların temel ifadesi olan bir gurur var. Daha önce pilotun her zamanki anonsunun başına bakanımız diye eklediği spor bakanı uçak turuna çıkmış. Vatandaşları selamlıyor, sporculara yine olimpiyatların en çok karşılıksız verilen duygusu olan morallerden veriyor. Koridordaki vatandaş hemen bir yerden bir Iphone peydahlıyor. Uçuş moduna geçirecek kadar zaman geçtiği şüpheli ama durum acil. Klik-klik. Şimdi diğer koridora geçmiş bakanın fotosu çekiliyor. Geçen Spor Bakanı Suat Kılıç. Nedense Samsun’da insanların devlet tarafından yapılan konutların bodrumlarında boğularak ölmelerinden sonra yağmur başladı arkadaşlar kaçalım esprisi yapan bakana uyarak kaçan bakan. Benim ilk aklıma gelen bu oldu en azından. Ama vatandaş da haklı. Öyle ya bakanla birlikte uçuyor. Hep bakanlarımızı “uçarken” seyredecek değil ya, birlikte uçuyorlar bu sefer.

Bagaj bekleme yerindeyiz. Uçağa sporcular ve bakandan önce alınmıştık. Onlar arkadan özel olarak gelmişlerdi. Bavullarda durum tersi. Önden Türk olimpiyat takımının bavulları geçiyor. Üstlerinde Türk Olimpiyat kağıdı iliştirildiği için anlayabiliyoruz bunları yoksa birbirine benzemeyen gelişigüzel bir araya getirilmiş onlarca, belki yüzlerce bavul. Geç geç bitmiyor. Yanımda bekleyen bazı non-Turk (Türk olmayan) Türk Havayolları yolcuları da sıkılmaya başladılar. Bir yandan da bu garip garip bavullar geçerken insan gülümsemeden edemiyor. Üzerinde Turkish Olympic Team iliştirilmiş bavullarda da belli bir takım ruhu olması gerektiğini düşünüyor insan ister istemez. Bakkal malzemesi taşınan kolilerde “medikal teçhizatlar olduğu” yazıyor. Umarım arkadaşın kolunu kurtarabilirler. Çoğu bavulun üstünde ek olarak bir de VIP yazıyor. Very Important Person (Çok Önemli İnsan). Kendimi; grup olarak hareket etmek zor, bir öncelik tanınması doğal diye teskin etmeye çalışşsam da ardı arkasına kesilmeyen bu çok önemli insanların bavullarının arkasında gittikçe önemsizleşen bavulumu beklerken sıkılıyorum. Bir de bavulların arasına resmen mutfak streç filmine sarılıp atılmış kitaplar var ki en komikleri onlar. Beşer onar sarılıp atılmışlar, öylece aslen bavul geçmesi gereken bandın üzerinden yürüyorlar. Üstlerinde Londra 2012 yazıyor. Bunlardan belki 300-400 tane var, öyle de kalın ki, umarım içeriği de Türkçe değildir diye umuyorum. Ama kesin Spor Bakanı’nın üstünde fotoğrafının olduğu bir önsöz ve altında kafam kadar imzası ile bulunan bir sayfa ile açılıyorlardır diye tahminim.

Tüm çok önemliliklerine, pembeli olimpiyat gönüllüleri tarafından karşılanıp ayrı vize sırasına alınmalarına, bavullarının önden gelmesine rağmen olimpiyat takımından önce çıkıyorum. Sürüye uymayan kurt kapmadığı sürece (ya da Türkiye özelinde sürü tarafından dövülmediği sürece) daha hızlı yol alıyor. Dışarıda bekleyen Türk taraftarlar, ellerinde Türk bayrakları ile arkamda toparlanmaya çalışan olimpiyat takımına moral verecekler. Üzerinde Türk bayrağı taşıyacak sporcuları bu çoluklu çocuklu insanlar Türk bayraklarını sallayarak karşılayacaklar, onlar da arkalarında müthiş bir gücün olduğunu hissedecekleri için daha hızlı koşacak, daha hızlı atlayacaklar. Bu insanlar da onlarla gurur duyacaklar. Hatta şimdiden gururlular. Kendilerinin Kebab Shoplarda canla başla çalışarak ayakta kaldıkları ve yaşamayı başardıkları bu ülkeye kendilerine bir iş ve doğru düzgün yaşam sağlayamadıkları için zaten en başta onları buraya yollayan ülkelerinden uzun süredir her gün düzenli spor yapan insanlar ve bakanlar geliyor.

Gurur duyacaklar, çünkü? Çünkü onların ellerinde taşıdıkları bayrakların aynısını formalarında taşıyan insanlar, başkalarının ellerinde taşıdığı bayrakları formalarında taşıyanlardan biraz daha hızlı koşmuş  olacaklar. Sporcu gururlu, sporcuyla aynı ülke vatandaşı olan gururlu. Gururlanacak ne var? Hadi sporcu yıllarca düzenli bir şekilde koştuğu için ödüllendirilmiş olacak. Özünde şu denmiş olacak: Usanmadan, bıkmadan koşmuş, inat etmişsiniz, ha bu yandakilerden daha da inat etmişsiniz, o zaman size altın (insanların parlak olduğu için ayrı bir değer verdiği metal parçası), buyrun gururlanın. Bir de milli marşınızı çalalım, vatandaşı olduğunuz ülkeyi sanki asıl sizin koşmanız temsil ediyormuş ve oradaki insanların mutluluk ve refahından (devlet onun için var ya) siz sorumluymuşsunuz gibi bayrağınızı diğerlerinin üstünde yükseltelim.

Peki ya sporcuları (can-ı gönülden?!, emektarca?!) destekleyen vatandaş neyle gurur duyacak? Verdiği moralle mi? Verdiği vergilerle yetişen sporculara olan katkılarından mı(?)?

Kimse durup ortada gururlanılması gereken asıl konunun ne olduğu üzerine kafa yoracak mı? Yani birisinin birisinden daha hızlı koşması veya daha yükseğe sıçraması durumunun oluşturduğu gururdan. Gururlanılmaması için dünyadaki onca konu üzerine yorulmayan kafa buna niye zaman ayırsın. Her şeyi el yordamı, görerek öğrenilen taklitler yoluyla halletmek safi mutluluk değil mi?

Londra bomboş, her zamankinden öyle boş ki. Belli ki medyanın öyle hıncahınç dolacak ki Londra mahşer yerine dönecek korkutmaları insanları caydırmış. Ya da kısaca Londra’da olimpiyatlara gelecek para yok. Ya da kısaca zaten kimsenin umurunda değil. Şurası açık, her zaman burada olan normal turist bu çılgınlıktan kaçmış. Ama yine de etrafta bir olimpiyat havası seziliyor. Her taraf reklam ne de olsa. Ve bu önemli organizasyona dokunmadan reklam mı yapılır.

Reklam demişken… İngiltere’de yanında patates kızartması olmadan (ki onlar chips diyorlar ve bizim elma dilim patates dediğimize daha çok benziyor) çörek bile yemek mümkün değildir. O yüzden baş-sponsor McDonalds’ın olimpik alanlarda patates kızartması (ki onlar aslında French Fries-fransız kızartması? satıyor, ve bu durum sekiz öğen chips yiyen insanlar için önemli bir fark) satan tek firma olması konusunda diretmesi büyük sorun olmuştu. Oyunlar başlamadan öncesi için bu yasak gevşetilmişti. Sonra ne oldu bilmiyorum. Ama bir spor organizasyonunda patates kızartmasını sadece kimin satacağı çok önemli bir konu, o yüzden bilmenizi istedim.

Londra sokaklarında, metrolarında bir iki üniformalı, birkaç ülkesinin renklerini giyen insan dışında kimseyi göremeyince meraklanarak Hyde Park’ın yolunu tutuyorum. Bir yerlerde bir çoşku da olması lazım sanki. Hyde Park’ta bildiğin büyük bir konser alanına dev ekranlar kurulmuş. İnsanlar olimpiyat heyecanını bir müzik eserinin icrasını birlikte izledikleri anda yaşadıkları huşuya benzer bir çoşkuyla izleyebilsinler diye. Evinden izleme daha dev ekrandan izle, daha devasa oluyor o zaman pohpohlaması. Açılış seremonisinin olduğu gece, bu dev ekranlardan hep birlikte seremoniyi izlemenin heyecanı aşırı fazla olduğu ve talebi sınırlamak gerektiği için giriş 60 poundmuş (165 lira), ama normalde bedeva. İçeri girince bir tarafta The Sun’ın çadırı var (İngiltere’nin magazin gazetesi mi desem – tabii en çok satan gazete –  bulvar gazetesi mi desem, hani şu gazetecilerin telefon dinlemeleriyle ve rüşvetle cezalandırıldığı The News of The World aslında bu gazetenin pazar günkü sayısıydı, o utançla kapatıldı, ama nedense hafta içindeki sayılarına, ismi değişik diye herhalde, bir şey olmadı). Koca göğüslü, sıkı kıçlı ama çirkin iki hatun ellerinde bir mikrofanla çıktıkları platformun üzerinden Olimpiyat çoşkusu vermeye çalışıyorlar. “Hoş geldinizzzzzzzz!” (tabii ingilizce, şimdi vay anasını onlar bile Türk misafirler için dil değiştiriyorlar gazlaması olmasın) ve “Wohoooo!”

Diğer yanda kocaman bir Cadbury (İngiltere’nin Ülker’i) çadırı. İnanılmaz korkunç uzunlukta bir sıra. Hepsi çocuklu aileler çocuklarının bu çikolata çadırının içine sokarak eğlendirecekler. Büyük ihtimal çadırın içinde de beleş çikolatalar var. Oysa çocuklarını buraya spor ruhunu yaşatmaya getirmişlerdi. Ve illaki ülkelerinin sporcularını desteklesinler diye. Go Team GB!

40 sayfalık gazetelerin arka, ön ve aradaki 25 sayfası olimpiyatlarla dolu. Gazetenin okur yorumları köşesinde Team GB ile bir yorum yapılmış. GB, Great Britain (Büyük Britanya) demek malum. oysa GB İngiltere, İskoçya ve Galler’i içine alan adanın ismi. Kuzey İrlanda’yı kapsamıyor ya okuyucu bundan rahatsız olmuş. Oysa BBC’nin olimpiyatlar ana sayfasında durum belli: Team GB: Great Britain & N. Ireland. Bundan da rahatsız olmaya ne gerek var canım. Dostluk, barışlık, kardeşlik…

Gazetede aralarda boş kalan tribünler, çeşitli aksamalarla ilgili birkaç geçirme, iğneleme dışında çoğunluk kim kimi yendi durumu hakim. Tabii araya bilinmeyen sporların kurallarıyla ilgili açıklamalar da serpiştirilmiş. Doğru tanı ve varsayım, herkesin bilmedikleri ve zaten normalde hiç umursamadıkları bu sporları zaten ülkelerini desteklemek adına izleyecekleri. Bari kurallarını da az çok bilsinler.

İki katlı otobüsün ikinci katında gazeteyi okurken etrafta bu 25 sayfalık haberle ilgili bir şey görmek zor. Ara ara pub camlarında, olimpiyatları burada izleyin büyük ekran yazıları var. O publarda yıl boyunca zaten bir şeyi burda izleyin durumu var. Çoğunluk futbol, kriket, rugby. Evinde izleyeceğine burada izle durumu yine.

Bir de şöyle hoş bir durum var. Çin veya diğer asya ülkeleri bir şeyler kazandıkça kesin şikedir, kesin dopingdir, eğer değilse zaten bu sporcuları 3 yaşından itibaren işkence gibi yöntemlerle, insanlık dışı şekillerde hazırlıyorlar o yüzden böyledir haberleri patlak veriyor her iki günde bir. Britanyalı gazeteciler bu dostluk, barış ortamında bile kendilerini tutamıyorlar. Öyle ya Amerikalı, İngilizlerin atletleri son teknolojiyle, birkaç yaz tatilinde hallediyorlar bu işleri. Aynı zamanda son derece gelişmiş, ahlaklı, topluma katkı veren bir vatandaş da oluyorlar üstelik. Hepsi 30 yaşından sonra, eğer ki başka sporcuları eğitmekle görevlendirilmezlerse, insanlık için yaptıkları buluşlarla kaderimizi değiştirecekler aynı zamanda. Gurur duyulası üstün insanlar.

Olimpiyat çoşkusunun boşalttığı Londra’da gezerken bir sokak sergisi. Tom Stoddart ( http://www.tomstoddart.com/ ) adında bir fotoğrafçı-gazeteci. 88 Sudan’daki açlık kırımından 91 Hindistan’daki depreme, 95 Bosna’sında uzun namlulu tüfeklerden kaçışan insanlara 91’de Saddam’dan kaçıp Türkiye’ye gelen kürtlerin dramına, 11 Eylül’den Berlin duvarının yıkılışına kadar yürek burkan bir sürü fotoğraf var. Kendisi de fotoğrafçı-gazeteci olmaya çalışan arkadaşım profesyonel bir imrenmeyle “adam her yere yetişmiş” diyor. Düşünüyorum ve cevaplıyorum ne adam her yere gidebilmiş ne de bunlar geçmişte kalabilmiş. Şu anda bu tip fotoğrafları çekebileceğin en az, sadece benim bildiğim, on yer var dünyada.

Gazeteci ufak bir ön yazı da yazmış sergisine. “Birbirimizden daha hızlı, daha iyi, daha güçlü olduğumuzu göstermek için bugünlerde Londra’da, dünyanın dört bir yanından bir araya geldik. Umarım bu arada dünyanın dört bir yanında aslında daha hızlı, daha iyi, daha güçlü olsalar bile bunları gösterme şansları bile olmayan milyonlarca insanı da bir anımsarız.” Gazetecilik yapılıyor ama şimdilik gazetelerde değil.

Yemek için ucuz bir büfeye giriyoruz. Orada da büyük plazma TVde olimpiyat çoşkusunu yaşamaya devam etmek mümkün. Bir yüzme yarışı yapılıyor. Hollandalı yüzmeci kazandı. Ama isimden, tipten belli ataları Hollanda’nın Endonezya kolonizasyonu sırasında doğmuş. Eh, zor da değil 350 yıl sürmüş bir süreçten bahsediyoruz. Yüzmecinin başarısı bugün Hollandalılara gurur verecek, işin garibi belki Endonezyalı Hollandılılara birazcık daha bile fazla.

Bir başka yüzme yarışı yapılıyor, kazanını bilmiyorum, ama TV ilk iş madalya kazanamamış Britiş Team GB sporcusuna dönüyor. Hemen onla bir röportaj. Dinlemiyorum ama ‘evet elimden geleni yaptım, ama önemli olan buraya katılmaktı, bir sonraki yarışta da deneyeceğim” dışında ne diyor olabilir ki? Oysa kazansa gurur kaynağı olarak tüm gazetelerin baş sayfasında fotoğrafı çıkacaktı. İlham verecekti jenerasyonlara.

Öyle ya. Şehirler olimpiyatları genelde kendi turizmine destek olsun, ismini artırsın diye düzenliyor. Ama Londra için bu geçerli değil. O yüzden motivasyon-slogan olarak “Be Inspired” (İlham al) ve “Be part of it” (Parçası ol) tınısı tutturulmuş daha çok. Normalde 2 BİLYON POUND olarak planlanıp, 9 BİLYON POUNDA (25 milyar TRY) bitirilen etkinliğinin mantıklaması bu. O 25 sayfalık haberlerin ufak bir köşesinde iliştirilmiş bir ufak haber de şu oysaki: Geçtiğimiz olimpiyatların hiçbirisinden sonra olimpik sporlara olan ilgi artmamış.

Bütün bu olanlardan yeni jenerasyonlar neyin ilhamını alacak acaba?

Yorum bırakın