Temmuz, 2011 için arşiv

Türkiye koca bir hayal kırıklıkları ülkesi. Bunun bir nedeni insanı umutlandıran çok şey olması. İnsanı umutlandıran çok şey olmasının nedeni de kötü durumda olan çok fazla şeyin olması. İşte bir hayal kırıklığı daha!

Mesela Türkiye’de güzel bir şey olursa onun çirkinleşmesi için illa bir şey yapan bulunur. Herkesin tecrübesiyle sabittir bu. Ya bu güzel şey kıç tarafından anlaşılıp çirkin şeylere damızlık görevi görür ya da bu güzel duruma insanların verdiği damızlık hayvan tepkileri size nerede yaşadığınızı hatırlatıp moralinizi bozar. Bir güzel olayı daha da güzelleştiren birini hatırlıyor musunuz? En güzelinden ince bir espri yaparsınız da başka birisi esprinize devam diye kötü bir espri çıkarır ya da amerikan filmvari çak dostum çok iyi espriydi moduna girer; espriyi yaptığınıza yapacağınıza pişman olursunuz ya, onun gibi.

Sonra biriyle tanışırsınız ya da bir arkadaşınız olur. Ya da bir arkadaşınızın, komşunuzun, hocanızın hal, tutum, davranışını beğenirsiniz ya. İnsanların hem beğendiğiniz hem beğenmediğiniz yönleri olabilir. Ama beğendiğiniz yönün arkasında bir prensip, düşünce olduğunu düşündüğünüz için (olması gerektiği için) siz bu insana bazı yönlerden güvenmeye başlarsınız ya. Çok geçmeden yalan olur ya bu. Çünkü bu Türk genci/insanı, eğitim sistemine yaraşır bir şekilde bu beğendiğiniz davranışı bir yerden ezberlemiştir.

Sonra kamuya mal olmuş bir karakteri dinlersiniz ya da bir yazarı okursunuz. Sonunda, dersiniz. İşte söylenmesi gereken bir şeyleri söylüyor dersiniz, odada yalnızken televizyona konuşursunuz falan, içiniz öylesine umut dolar. Yazık olacağı o andan bellidir. O lafı eden adam bu lafı edemez düşüncesi hiç mi hiç tutmaz. Kimi korkar, kimi paraya kaçar, kimi kendisini ne popüler yapıyorsa onu söyler, kimi zaten en baştan kolay etkileniyordur başka bir şeyden etkileniverir.

Şarkıcıları bile bir garip bu ülkenin. Bir şarkı yapar, bir albüm çıkarır; vay anasını dersin. Arkadaşlarına tavsiye edersin, yabancı arkadaşlara falan dinletmek istersin, o da dinlesin, etkilensin, Türkçe bilmiyor diye bu güzellikten mahrum kalmasın diye düşünürsün, öyle bir avukatlık pozisyonuna yükseltirsin kendini. Hop bir sonraki albüm, bir sonraki şarkıda o şarkıcının yerinde yeller esiyor olur.

Devlet dairesine gidersin işin harika hallolur, neler oluyor dersin; aynı yere ikinci gidişinde dersini alırsın, neler oluyor dersin.

Telefonda çağrı merkeziyle konuşurken internetten gecikmiş borcunu ödediğin doğalgazın sabah kalktığında çoktan açılmış olduğunu görürsün, sadece kablolu televizyonunu kapattırmak için iki devlet dairesini ziyaret etmen ve on dört belge sunman gerekir.

Askerlik, ordu işlerine girmiyorum orada bir hayal kırıklığı olmaz. Ne bekliyorsan onu bulursun. Acayip istikrarlıdır. O yüzden ordu en güvenilen kurumdur ya, yıllardır düzenli bir şekilde…

Tayyip Erdoğan bile ben hala genel olarak insanlara güvenirim diyenin hayalini kırmayı başarır. Önce balkon konuşması yapar, sonra havaalanı konuşması. Başbakanın “uçmadan” önce veya sonra genelde bu şekilde “uçması” da belki araştırılmalıdır. Şekeriyle ilgili bir sorun, basınç değişimi ya da bilinçaltında uçağa binmeyi hala daha büyük bir olay olarak addetmesinden dolayı oluşan ani bir özgüven sıçraması mı? Tezlerimi gönül rahatlığıyla kullanabilirsiniz.

Bu yazı da bir Türk tarafından yazılmış olmanın özelliğiyle olsa gerek eğer heyecanlı bir sona sürüklenmeye başladıysanız, ola ki – sakın ha, hayalinizi kıracaktı.

Sonuç olarak bu ülke adamın belini de kırar ruhunu da hayalini de. Ama umut da verir. Nazlı bir güzel gibi dediğinizi duyar gibi oluyorum.

İşte bu nazlı güzellere karşı genelde nasıl davranıldığını bilirsiniz. Ya da şimdi düşünüverin. Bu konuya benim tespit edebildiğim üç çeşit yaklaşan üç tip insan var. Kimi;

1-     Ben böyle işin içine.. der, arkasına bakmaz.

2-     Vay bana böyle yapıyor ha. Ben de onun ağzından girip burnundan çıkıp, tatlı dilimle onu kandırıp bir şekilde ondan istediğimi aldıktan sonra onu bir kenara atmaz mıyım, diyen de olur.

3-     Aaaayyyy… ben aşık oldum galiba, diyeni de olur. (Buradaki ayyy haksızlık değildir, cidden büyük bir korelasyon vardır.)

Tabi bir insan ülkesine böyle davranamaz, de mi? Çünkü bu ülke doğduğun topraktır… Seni doyuran, seni büyüten, sana elindekileri veren yerdir.

Seni sen yapandır…

Ülkeni, milliyetini asla değiştiremezsin.

Ülkensiz, milletinsiz sen bir hiçsindir…

Şimdi sorunum şu; bu son dört cümlenin espri olduğunu ya da tam anlamıyla gerçek olmadığını ya da bunların yanlış bilinen gerçekler olduğunu anlatırsam ya da en azından öne sürsem yazıyı bu cümleye kadar okuyup da doğru söylüyorsun, ülke bırakılmaz diyenlerden hayal kırıklığına uğrayan olur mu?

Ya da burada neredeyse sadece Türkiye/Türklük üzerine düşünen/yazan beni, sen ülkeni/milliyetini sevmiyorsun diye suçlayarak benim hayalimi kıran?

Ama şu bir gerçek ki hiçbir ülkenin; mutlu olmak, huzur bulmak amacıyla biraraya gelip kendisini kuran ve varlık sebebini oluşturan insanlarının hayallerini bu kadar kırmaya hakkı yoktur. Olmamalıdır.

Not1: Bu arada Türkçe ne kadar güzel bir dildir. İnsana tek kelimeyle kırılanın zaten senin hayalin olduğunu ne güzel anlatıyor. Türkiye, hayaller ülkesi…

Not2: Türkiye’nin bir hayal kırıklıkları ülkesi olduğunu bilmek, ve bildiğin halde onu umursamak, önemsemek, sevmek; daha zordur. Kimsenin size aksini söylemesine izin vermeyin.

Hayatı zorlamak

Yayınlandı: Temmuz 27, 2011 / Hayat, İnsan ve Hayatı, Türkçe
Etiketler:, , ,

Hayat, hayat olarak anıldığında ya güzelliği ya zorluğuyla iliştirilir. Unutmuşlukla kardeş bir mutluluk ya da hayatta kalabilmeye şükranla taçlandırılıp irdelenmesi bittiğinde, elde kalan  yine hayattır. Bir şekilde işi bitirilip bir kenara konulduğunda değişmeyen hayat, sonuçta değişen her şeyin insanın kendisinin değişmesine muhtaçtır.

Hayat aslında insandır, onun hayatıdır; ama zor olduğunda, ya da güzel olduğunda, ya da başkalarının hayatı söz konusu olduğunda bir anlığına bu bağlantıdan sıyrılabilir insan. Ne zaman ki kendisine normalde zamkla yapıştırılmış bu yararlı mutasyonu bünyesinden ayırıp hayata baktığında; onun zor veya güzel olduğunu düşünmekten başka bir şey de gelmez elinden.

Hayat zordur, çünkü hayat hakkındaki her şey zordur, belli bir çaba gerektir. En başta hayatta kalmak. Yemek, içmek, hareket etmeye devam etmek, vücudunu bir şekilde sağlıklı tutmaya çalışmak bile başlı başına bir mücadeledir. Çoğumuz için ardından gelenlerle karşılaştırmalı olarak bir etkinliği kalmamış olsa da bu en temel durum bile bir mücadeledir. Ardından gelen her şeyin, her bir fazla isteğin, hayatta kalmanın ötesinde gereken her şeyin işte bu en temel zorluktan (ihtiyaçtan) dolayısıyla daha zordur.

Ve bu hayat herkesin başa çıkabileceği bir şey değildir. Hepimizin hayatında hayatın zorluklarıyla başa çıkamadığı bir dönem vardır. Kendi güçlülüklerinin parıltısıyla kör olmuş insanlar bunu kabullenmek için bebekliklerine bakabilirler.

Neyse ki “hayatta kalmayı başarabilen insanlar” artık insaniyetlerinden mi yoksa kendilerinin hayatta kalabilmesi için midir bilinmez “hayatta kalmayı başaramayan insanlar” için toplum denilen bir varlığı oluşturmuştur. Prehistorik dönemlerde öldürmeye fiziğinin yetemeyeceği için daha iri yarı bir erkeğe sığınan kadınlar veya genlerinin kendisini devam ettirmesi için elinde olmaksızın bir kadına koşan erkeğin bir mağarada toplaşmasıyla yola çıkan toplum; hayatta kalamayanlar için opsiyonları her geçen gün geliştirmiş, onların başka sorunlarına çözümler bulacak kurumlar da geliştirmişlerdir. Okul, devlet, din, değerler, ahlak…

Eğer bugün toplum üniversite tercihi yapmaya çalışan bir genci ileride daha çok veya daha kolay para kazanabileceği bir iş sahibi olabileceği şekilde güdülerken, seksüel içgüdülerini dizginleyemeyen veya tatmin edemeyen insanı evlenmeye, ölümü ve ölüm sonrasını sorgulayan veya hayatında ruhani boşluk hisseden birini çevresindeki insanların ait olduğu dine iterken veya yurtdışından gelen göçmenlerin oluşan ekonomik değeri onlardan götürmemeleri için direniş oluşturma amacıyla ırkçılığı öğretirken; aslında sadece “zor hayata” karşı “hayatta kalma mücadelesi” içindedir. Ve tam da bu yüzden belki de insan özgürlüğünü ve kapasitesini kısıtlayan bu durum belki de hakettiği şekilde kötü olarak nitelendirilememektedir. İnsaniyet nedeninden mi bunu yapamıyoruz yoksa kendimizin hayatta kalabilmesi adına mı bilinmez.

Ama toplum bir şekilde “hayatta kalması zor olan insanlar” için oluşturduğu bu düzeneği ayakta tutmak adına bu öğretilerin veya anlayışların dışına çıkan insanları da cezalandırmak durumundadır. O yüzden hayatta kalmaktan daha fazlasını yapabilecek her insan zaten peşinde olduklarının zorluğuna bir de toplumun bu direnişiyle de mücadele etmek durumundadır.

Ama her insanın önüne yine de hayatı zorlayabileceği anlar gelir. Hayatı zorlamak ya da zorlamamak arasında tercih yapacağı bir anlar bütünlüğü, hayatın dönüm noktaları ya da dönmediği bütün o karar anları. Üniversite tercihi, din-dinsizlik tercihi, ırkçılık veya başka kavramlar değerler üzerinde düşünebilmek bunlardan sadece birkaçıdır. Hayatı zorlamak, temel zorluğunun ötesine geçmek, yani hayatta kalabilmekten bir fazlasını istemek, yani o kaprisli hayatın sunabileceği yüzlerce güzellikten bir tanesini daha hayatına katmayı istemek; herkesin yapamayacağı ama herkesin gün gelip de yaptığı bir şeydir.

Merak, özenme, istek, ihtiyaç; hangi duygudan yola çıkarsa çıksın her insan da hayatında bir dönem, veya çoğu dönem bu bir fazla güzelliğin peşine düşer. Kimi daha fazla güzelliğin, kimi daha güzel güzelliklerin peşinde giderken ister istemez hayatı daha zor yapar. Ve en başta bahsedildiği gibi hayatından sıyrılıp hayata baktığında onu güzel yerine zor olarak tanımlar.

Hayattan daha fazlasını istemek için hayatı zorlayan insan, ironik bir şekilde, hayatını daha az güzel hissetme girdabına kapılmak zorunda kalır. Farklı güzelliklerin peşinde koşarken hayatını zorlaştıran hepimiz, unutulmuş mutluluklarıyla bu güzelliklerin farkında bile olamayan insanların hayatlarına bazen gıptayla bakarız. Ama uğrunda hayatlarımızı zorlaştıran güzelliklere, daha elde edemediğimiz o güzelliğe bir saniyeliğine bile olsa gözümüzün kayması yeter.

Hayat zorlayınca güzel, hayat güzel deriz. Sadece bizimki güzel değildir de, zordur.

Başta nefret ettiğimiz, hoşumuza gitmeyen şeylerin ısrar ettikçe hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmesi… Çocukken de böyleydi. Büyüyünce de değişmedi. Bir şeyde ısrar ettikçe ona alışıyor, onu sevmeye başlıyorum. Bu bir fikir de olabilir, bir yemek de bir kıyafet de bir kitap da, bir dizi bir insan bir şarkı da olabilir. Aynı metot hepsine işliyor.

Hani başarmak isteyip de tüm niyetiyle yola çıkıp da sonra yarım bıraktığımız bütün o işler var ya? Yeterince ısrar etsek hepsini başarırız herhalde. Kanıt olarak başardıklarımızı gösteriyorum. Tabii kimine ömrümüz, kimine fiziki veya mental olarak kapasitemiz yetmeyebilir – burada bir peri masalı yaratmaya çalışmıyorum.

Ama bunların içinde en etkilisi fikir olayı. Bir kenara yazıp aylar sonra dönüp baktığım yazılarım neden beni aylar öncesinde olduğundan daha fazla ikna ediyor acaba? Ya da ilk söylediğimde kafamda ‘üff amma salladım’ dediğim şeyleri ikinci defa söylediğimde kafam neden garip bir inanma hissiyle doluyor? Arkadaşlarımın sık sık tekrarladığı düşünceler eğer ilk günden karşı bir düşünce geliştirip ona tutunmadıysam neden her seferinde daha mantıklı geliyor?

Sadece karşı bir düşünce üretemediğim için olamaz herhalde bütün bunlar. Ya da sadece yeni düşünceler üretmeye, bulmaya, duymaya üşendiğim için.

Sadece bu değil ki ya duygular? Yeterince uzun süre nefret ediyormuş gibi davranınca nefret etmeye başlamak. Ya da bir şekilde daha önce sevmediğin birini veya bir şeyi sevmeye alışmak.

İnsan doğası bu kadar kolay yönlendirilebilir mi? Hem kafamızın alamayacağı kadar muhteşem varlıklar olduğumuz hem de en kıytırıktan müdahalede dağılacak kadar uyduruk mahluklar olduğumuzu biliyorum ama…

Ama yine de ilk harekete geçip telkin ile onu takip eden düşünceler sonunda mutlaka kazanır mı? Ya da en azından bir çıkış yolu olarak, bu düşüncelerin yerini yine telkin yoluyla daha güçlü düşüncelerin alması mümkün müdür?

Bu inandığım, insanların inandığı saçma sapan şeylere inanma nedenimizi biraz olsun açıklar mı?

En fikri sabitlerin farklı sesler duymadan yaşayanlar olması…

En fanatiklerin asla yalnız olmaması başka fanatiklerle takılması…

En inatçıların düşüncelerini kendine tekrarlamayı sevenlerden çıkması…

Yüzbinlerce insanın aynı yalanlara inanabilmesi… Milyonlarca insanın aynı şeyden nefret edebilmesi…

Bununla açıklanabilir mi?

Sadece bununla değil tabii ama… Belki. Dikkatli olmak lazım.

Notlar:

a)     Sırf kendimi sağlama almak için her duyduğum güçlü düşüncenin bir alternatifi de aynı anda üretilecek ya da bulunacak, ikisi bir arada anılacak

b)     İkinci veya üçüncü defa okunan, duyulan, görülen düşünceler kafanın bir kenarına not edilecek – telkin oluşma ihtimali araştırılacak

c)     Başkalarına bir düşünce aktarırken sonda yaptığım “ama tabii böyle böyle olursa… şöyle böyle de olabilir… şu şekilde düşünülürse…” alışkanlığına devam edilecek

d)     Kendi kendimin ve çevremdekilerin duygusal manipülasyonuna şimdilik devam edilecek (düşünceler serbest ama duygular şelale sloganından hareketle)

Sonuç olarak; elimdeki uyduruk beden, duygu ve zihinle elden gelenin en iyisi yapılmaya çalışılacak. İstisna olarak bunlarla birçok şeyi başarabileceğim konusunda kendime telkine devam edilecek.

En son ne zaman gereksiz olduğunu bile bile bir şey yaptınız? Akşam gayr-i iradi seyrettiğiniz yerli diziden veya fazladan yediğiniz bir paket çikolatadan bahsetmiyorum. Benliklerinizin derinliğinde hiçbir anlamı olmadığını hissederek yaptığınız, yapmadan önce ve yaparken size devamlı ‘ben ne yapıyorum’ sorusunu sordurtan ama yine de başkalarının veya kendinizin zorlamasıyla yaptığınız bir olaydan bahsediyorum.

Amcanızın kayınbiraderinin kızını bebek sahibi olduğu için kutlamak için annenizin sizi zorlaması gibi mesela. Veya hiçbir zaman hazzetmemiş olduğunuz ve sizden hazzetmeyen üniversite arkadaşlarınızla buluşmak için diğer arkadaşlarınızın sizi saçmasapan yerlere sürüklemesi, sizin orada mutlak anlamsızlıkla beyninizin beynini kemirme seslerini duyarak saatler geçirmeniz. Eşinizin hiçbir zaman giymeyeceğiniz bir kıyafeti aldırmak için sizi dükkan dükkan dolaştırması. Alakanız olmayan bir komşunun düğününe gitmek, uğradığınız şehirde bir saatliğine de olsa uzak akrabaları ziyaret etmek ya da aramak zorunda kalmak, kaldığınız tatil yerinde bir gün önce tanıştığınız ve bir daha hiç karşılaşmayacağınız kişiyle yolda karşılaştığınız için beş dakika ayak üstünde konuşmak zorunda kalmak veya dükkandan tam çıkmak üzereyken size bir şeyler anlatmaya başlayan satıcıyı sonuna kadar dinlemek.

Sonsuz sonsuz örnek. Akla hayale gelmeyecek, ve akla hayale sığmayacak absürtlükte sonsuz örnek.

Ama en güzeli de sırf ayıp olmasın diye yapılanlar. Çünkü en can sıkıcı olan onlar. Ama küçüklükten itibaren “sırf ayıp olmasın” motivasyonu veya nedeniyle o kadar çok şey yaptırılmış bünyemiz artık bunun yanlış olabileceğine dair hiçbir ihtimal bile bırakmamış bize.

Oysa ayıp ne: “1. Toplumun ahlak kurallarına aykırı olan, utanılacak durum veya davranış  2. Kusur, eksiklik 3. Utanç veren”. Yaptığınız tüm o gereksiz hareketleri yapmamış olsanız toplumun ahlakının (Türkiye’de toplum ahlakı çok kolay bir şekilde bozulabiliyor olsa bile) bozulacağını, bir şeylerin eksik kalmış olacağını ya da utanacağınıza inanıyor musunuz hala?

Bir de yapmanız gerekip de zaman bulamadığınız tüm o diğer şeyleri düşünün. Şu kitabı okumak istiyordum, sinemada şu filme gitmek istiyordum, bu sergiye gitmek istiyordum, o arkadaşı görmek istiyordum, almanca öğrenmek istiyordum, gitar öğrenmek istiyordum, spor yapmak istiyordum… ama zaman bulamadım.

Sizce de asıl ayıp bütün bunları zaman bulamadım yalanının ardına sığınarak yapmamak değil mi? Ben artık zaman bulamadım demek yerine apaçık yalan söylemeyi tercih ediyorum; ya da daha güzeli kendi tembelliğimi, eksikliğimi, eşekliğimi kabul etmek. Gördüğüm, bütün bu hızlanan hayat ve artan sorumluluk koşullarında bile herkesin aslında kullanabileceğinden çok daha fazla zamanının olduğu. Bunu nereden mi görüyorum: Yaptıkları gereksiz şeylere ayırdıkları zamandan.

Belki size kimse söylemez. Bari ben söylemiş olayım. Bir dahaki sefer gereksiz olduğunu düşündüğünüz bir şeyi yaparken benim sesimi duyun (yazımı görün?!?): Arkadaşım şimdi onca güzel, önemli şeyi yapmaya fırsat bulamazken bunu yaparsan ayıp olmaz mı?

Teslim olmak

Yayınlandı: Temmuz 18, 2011 / Hayat, İnsan ve Hayatı
Etiketler:, ,

Teslimiyet zamanla oluyor. Her gün teker teker, ufak ufak; kimisi beklenene teslim oluyor, kimisi işe-güce, kimisi kolaycılığa teslim oluyor, kimisi yalnızlık korkusuna, kimisi istediklerinin olmamasına ve çoğu da düşünmemeye teslim oluyor.

Teslim olmaz dediklerin savaşmayı bırakıyor. Bırak savaşmayı yaşamayı bırakan da çok. Sadece her istediğini elde edebilmek için istemediğini yapan çok, pek çok. Onun kabusu bu istediklerinden sadece kolayca alınabilecek olanlara ulaşabilecek olması. Çünkü ne yaparsa yapsın, ne fedakarlıkta bulunursa bulunsun ulaşamayacakları çok. O yüzden o da teslim oluyor.

Başına bir sürü şey geliyor. Anlamaya çalışıyor. Düşünüyor, düşünüyor… Bir sonuca ulaşamıyor. En rahat edeceği düşünceye koşuyor. Yani etrafındaki insanlar neyi düşünüyorsa, anne babası ne yapmışsa ona sığınıyor. Çaresizliğin çaresini akıp giden nehre atlamakta buluyor. Nehir akıyorsa doğrudur diyor. Nehir tepe aşağı gider, başta daha yükseğe çıkmak istediğini unutuyor.  Nefret mi etmesi gerekiyor, o da nefret ediyor. Nefret edemiyorsa da söylemini sahipleniyor. Sevmesi gerekiyorsa seviyor. Yapması gerekirse yapıyor.

Biri bir yanlış yapınca alkışlanıyorsa; alkışlayanların yanlış olduğunu unutuyor o da bir yanlış da ben yapmalıyım diye karar veriyor. Bir alkış da ben almalıyım. Doğru yaptığında yuhalanmışsa bir daha doğru yapmam tövbe diyor.

Her gün her yerde teslim oluyor. Çöpünü yere attığını gördüğü adama teslim oluyor önce, sonra gösterişli bir yerde yemek yemenin önemli olduğu sanrısına. Sonra da fark ediyor ki eğer orada yemek yediğini söylemezse bu teslimiyetin bir anlamı yok. Fotoğraflar çekiniyor. Ama bunları gerçek hayatta bir şeyler paylaşmadığı insanlar görünceye kadar bunlar ona bir şey ifade etmiyor. Birilerinin üzerine yorum yapabileceği, beğenebileceği fotoğraflar çekinebilmek için yeni arkadaşlıklar ediniyor, aylar öncesinden bilet alıyor ya da yurt dışına çıkıyor. Her şeyi daha iyi teslim olabilmek için yapıyor.

Korktuğu için teslim oluyor. Yalnızlıktan, dışlanmaktan, toplumun ona hazır olarak verdiklerini kaybetmekten korkuyor. Hazır gelmişin sadece üzerine bir şeyler inşa edilmek için olabileceğini görmüyor. Yetiniyor.

Utandığı için teslim oluyor. Birilerinin beğenmediği, onaylamadığı bir şeyler yaptığında utanması gerektiği öğretilmiş ona, unutmuyor. Bir yerlerde onun gibi düşünenler, onu o şekliyle beğenecek olan birileri olduğunu bilse… ama bilmiyor.

Tembellikten teslim oluyor. Takati kalmamış. Denemiş ama olmamış. Daha iyisinin olabileceğine inancını kaybetmiş. İçindeki gücü bulamıyor.

Düşünmediği için teslim oluyor. Düşünen çocuğun nasıl itilip kakıldığını görerek büyümüş. Çalışkan, akıllı çocuğun inek; düşündüğünü konuşanın bayık; idealleri olanın yalnız; samimi yaşayanın garip; şekle önem vermeyenin çirkin diye damgalandığını biliyor.

Her düşündüğünde başına bir iş gelmiş. Bir gün gelmiş düşünmez olmuş. Ama daha kötüsü artık düşünemediğini de fark edemez haldeymiş. Hala daha düşündüğünü düşünürmüş. Çünkü teslim olduğu düşünceler artık hiç düşünmese de onun düşüncesi olmuş.

Teslim olmuş. Bir toplumun düşüncelerine, bir öğretiye, bir inanca…körü körüne. Kolaya hazıra, yanlışa yalana, normale bilindiğe, bilinmeze denememeye, havalıya güzele, trende popülerliğe, ondan kalabalık olan her şeye teslim olmuş.

Ama en çok ama en çok, birlikte teslim olmayacağı birilerini bulamadığı için teslim olmuş.