Mesajlar Etiketlendi ‘Türk davranış biçimleri’

İlkokul yıllarım bir Türk’ün nasıl olur da tek başına başka milletten on askeri yenebileceğini düşünerek geçti. Ya da bu kadar zeki olan Türkler’in neden hiç bir yeniliği, makineyi icat edemediğini de anlamaya çalışırdım.

Bunları şimdi gayet ironik bir şekilde yazıyor olabilirim ama zamanında bunları tam anlamıyla, kelime anlamıyla düşündüğüme, hayal etmeye, gözümün önüne götürmeye çalıştığıma şüphe yok. Bu konuda yalnız olmadığımı da küçükken bir Türk askerinin gerçekten nasıl on Amerikan askerini yenebileceğini tartıştığımız arkadaşlarımdan biliyorum. Kelimesi kelimesine, bu ‘gerçeği’ demonstrasyon yolu ile kanıtlamaya çalışarak. (daha…)

Türkiye ve onu sarmalayan Türk toplumu, ve sonucunda ortaya çıkan Türk siyaseti, rejimi, politikası, hukuku ve değerleri şüphesiz ki birçok problemi, sorunu da içinde barındırmaktadır.

Sorunların; her komplike varlıkta ve günlük hayatın akışı içerisinde olması muhtemel, hatta değişen istek, arzu, anlayış ve gerçeklikler (evet gerçekler bile bilinenlerin, keşfedilenlerin, teknolojik, vs değişimlerden dolayı değişebilir) nedeniyle ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Ancak sorun, kelime itibarıyla da yapı itibarıyla da, çözülebilir ya da çözülmesi gereken (çözülmeye çalışılması gerekilen) bir durumu işaret etmektedir.

Türkiye’deki asıl sorunun, akıl sorununun, ortaya çıktığı nokta da burasıdır. (daha…)

Politika yapmayan birisi olarak politikayla ilgili bir görüş bildirdiğimde bile bana nasıl politika yaptırılmıyor, anlatayım. Ama daha önemlisi Türkiye’de politikanın, ama daha önemlisi gençlerin – o çok apolitik olmakla nitelenen gençlerin – neden politika yapamadığına dair belki bir fikir ortaya atmayı deneyeyim.

Öncelikle çok basit bir gerçek tespitiyle başlayalım. Her politik fikir uygulanmak için değildir. Politika bir ülkenin, daha doğrusu devletin, nasıl yönetileceği ve bunu hangi yolla yapacağının düzenlenmesidir. O devleti yöneten, ama aynı zamanda demokratik, parlementer toplumda olmamızdan ileri gelen bir şekilde o devlet tarafından yönetilen herkesin politik fikirlerinin çarpışması, entegre olması ve bir noktada uzlaşması ile ortaya çıkar.

Politik olmak da bilfiil politika yapmaktan farklıdır. Politik olmak devletin nasıl yöneticiliğiyle ilgili fikir belirtmeyi içerir.

Politik olmaya ilk darbe de burada gelir. Politik fikriniz hemen birebir bir politika önerisi olması gerekirmiş gibi davranılır. Tartışılmaz, karşı tez sunulmaz, nerelerde eksik kaldığı açıklanmaz ama sadece neden çalışmayacağı işlenir. Bu aslında Türkiye’de ortaya atılan çoğu fikir ya da ortaya çıkarılan her türlü yenilikle ilgili böyledir ama politikada daha kanıksanmıştır.

En önemlisi ve en sık rastlananı politik fikrinizi günün politik yapısı üzerine bina etmeniz beklentisidir. Kısaca sizin politik fikrinizi doğrular, ahlak, adalet veya prensipler üzerine inşa etmeniz mümkün değildir. ‘İdealist’ olmakla ‘suçlanırsınız’. Bu iki kelime de tırnak içine giriyorsa nedeni özündeki anlamlarında kullanılmalarına rağmen absürt bir biçim almalarıdır. Politik olmaya çalışan birisine idealist olduğunu söyleyerek yanlış yaptığını söylemek ne demektir?

Ama aslında öyle denilmek istenmiyor diyenler olacaktır. Denen gerçekçi olmaması, uygulanabilir olmaması. Çok garip. Uygulamayı iyileştirmek için, yani daha iyiye gitmek için mümkün olan en iyiyi, en ideali belirleyip yönümüzü buna çevirmemiz ve ondan sonra uygulanabilecek olanı bulup ona göre hareket etmemiz gerekmez mi? İyiyi bilmeden, iyiye gitmenin bir yolu var mıdır?

Zaten uygulanan ile ilk aşamada hemen uygulanabilir olanı yaparak ne kadar yol kat edilebilir?

Genellikle bu itiraz şeklinin bir devamı da şudur; bu yapılamaz. Yapılabilir olup olmamasıyla ilgilenmesi beklenmeyen ve politik olan ama politika yapmayan iki kişinin konuşmasında yapılabilirliğin tartışılmasının amacı nedir? Bu iki kişi yapılabilirlik konusunda ne kadar bilgiye sahiptir? Ama daha önemlisi neden ikisi zamanlarını politik doğruya ulaşmak için tartışmak yerine politikaların uygulanabilirliğinin tartışmasında boğulmaktadır?

Aynı mantıkla çok sık sarf edilen bir başka söz de ‘Halkın buna hazır olmamasıdır.’ İlginç, halktan birisi bu fikri ortaya atıyor. Anlaşılan o ki senin bu politik fikre yine halktan birisi olarak önemli bir itirazın yok; ama bu konuşmayı ilerletmek amacıyla tartışmak yerine çok büyük bir insan kesiminin neye hazır olup olmadığı hakkında yorum yaparak, ya da fikrin önemini bu açıdan değerlendirerek zamanını geçirmeyi tercih ediyorsun.

Eğer sen, halktan birisi, ve fikri ortaya atan, yine halktan birisi, bu fikri tartışıp, sahiplenip, desteklerse; ve bunu halktan başkalarıyla konuşursa… Yani bir halkın bir politik fikre hazır hale gelmesinin başka bir yolu var mıdır?

Her zaman çok önemli olduğu vurgulanan ve Türkiye’nin en önemli sorunu cevaplanırken ilk heyecan anıyla gündemdeki madde (artık terör, ekonomi, o anda her neyse) es geçilebilirse genelde aslen ilk cevap olan eğitim ne içindir? Eğitimle insanları doğultan sahip oldukları zeka seviyesinin çok da yukarılarına taşımak mümkün olmadığına, ve eğitimle bir büyülü dokunuşla bütün bu insanların kendi kendilerine en doğru politik fikre aynı anda, ortak bir şekilde varması beklenemeyeceğine göre; eğitimin bir bakıma asıl amacı kişiye görüşlerin, düşüncelerin, bilgilerin aktarılması değil midir? Ve politika söz konusu olduğunda en doğruyu, en ideali nedeniyle birlikte tartışmak, ama en önemlisi bu en doğruyu bulana kadar tartışmak asıl eğitim değil midir?

Ve insanlar ancak idealist politikalar üzerinde, inat edilmeden yapılan tartışmaların sonucunda ilk anda uygulanabilirden daha ötede; daha iyiye, daha güzele yakın bir politikaya ‘hazır’ hale gelmez mi?

Bir de politik fikirler düşünülürken üretilen kavramlar için değeri açısından sorgulanması vardır. Yani bu ‘Türkiye’ için önemli, kendin için önemli, ailen için önemli, bu solcular için önemli, bu Kürtler için önemli diye uzayıp giden bir liste sunulur önünüze; arasından politikanıza bir neden seçmeniz beklenir. Çünkü politika kavramını tartışmanız bile çoğunlukla aynı yukarıda olduğu şekilde engellenir. Yani politika neden önemlidir bu da tartışılmaz. Kamplar önemlidir. Oysa politika kampların oyun kazanma alanı değildir, yani özünde değildir. Politika devletin nasıl yönetileceği, dolayısıyla o devlet altında yaşayan herkesin nasıl yaşayacağıdır. Bu yüzden politika o insanlar içindir. Hepsi içindir. Aynı anda, aynı konuda, hepsi içindir.

Özellikle de yeni nesillerin hayatın geri kalanında en politik hareket eden nesiller olduğunu düşününce bütün bu politika tartışamama açmazı biraz daha iğreti durmuyor mu? Herkes günde onlarca konuda kamuya açık bir şekilde taraf oluyor; en iyi oyuncu, en iyi takım, en iyi film, en iyi yazar, en iyi gazete, en komik stand-upçı, en iyi telefon, en iyi araba, en güzel model, en seksi şarkıcı…yetmiyor açıktan açığa bütün duruşlarını herkese ilan ediyor ben buraya giderim, bu insanlarla takılırım, bu gibi insanlarla böyle fotoğraf çektiririm, okulum budur, şehrim şudur, burada yaşarım, böyle giyinirim, bunu severim, şu anda üzgün hissediyorum, artık iyi hissediyorum, buna aşığım, onunla artık çıkmıyorum…24 saat, 7 gün yaptığı şekilde herkese en politik duruşunu sergilemeye hazır bu insanların, geleneksel anlamdaki politikadan uzak tutulmasına – sadece gelenekleşmiş ve kanıksanmış politik tartışmaların alışılmış ve yüzlerce kez dile getirilmiş politik taraflarından birini, bu tarafın önceki çizgisinden ayrılmasına hiç izin vermeden, tekrar etmesinden başka hiçbir şans bırakılmamasına aklınız eriyor mu? Bu işte bir anormallik sizin de gözünüze çarpmıyor mu?

Yine de en komiği, en acısı basit komplo teorileriyle veya pesimist ve realist olduğunu öne sürerken realizmden oldukça uzak olan karşı atak cümleleri vardır bir de politika tartışmanızı önleyen:

Bırak bu halktan adam olmaz…

Dış güçler (İsrail, Yahudiler, Avrupa, Amerika) ne isterse o olur, boşuna tartışma.

İdealist düşünceler bunlar genç, burası Türkiye burada öyle şeyler olmaz.

Kim güçlüyse, kim iktidardaysa onun dediği olur, sen ne söylesen boş.

Politika düşünmemeniz ve konuşmamanız ve tartışmamanız için ortaya atılan bütün bu nedenlere, metotlara bakınca ne düşünüyorsunuz? Sorun politik ya da apolitik olmaktan da öte basit bir alışkanlığın, basit ve bir İNANCIN iklimi ele geçirmiş olması değil mi? Yani rasyonel bir olayı; hayatınızın ve değer verdiğiniz insanların hayatının nasıl olacağıyla ilgili tartışmanızı önlemek için rasyonaliteye dayanmayan bu inançlara sığınılması biraz korkutucu, değil mi?

Hepiniz daha önce bir şekilde, bir yerde birilerine bu yapılamaz, buna halk hazır değil, keşke olsa ama olmaz demediniz mi? Birisini gerçekçi olmamakla eleştirmediniz mi? Konuşmayı orada kesmediniz mi, başka konularda sonuna kadar ateşli tartışmalar yapmak için konuyu değiştirmediniz mi?

Hepiniz bir ara, bir noktada nesildaşlarınızın veya başka insanların apolitik olduklarıyla ilgili, bunun kötü de olduğunu ima ederek, görüş bildirmediniz mi?

Yoksa bunu tek yapan ben miyim? Tabii bir de bana geçmişte (kim bilir belki de istisnai bir şekilde) bu sözleri söylemiş olanlar mı?

Yoksa bütün bunlar sadece farkına varmamızla düzeltilebilecek bir kötü alışkanlıklar yığını mı?

Hollanda’nın küçük bir kentinde gece üç. Bu saatte tek açık yer olan kebapçı dükkanına dalıyoruz. Avrupa’da kebapçılar biraz böyle, alkol sonrası kazınan mideyi doyurmak için tek yeterli şey kebap olduğu için mi yoksa ancak sarhoş olduklarında mı sağlıklı yemek alışkanlıklarından vazgeçerek  Avrupa’da yağının hakkını biraz fazlasıyla vererek yapılan kebaba mı yöneliyorlar belli değil.

Ama bir şey kesin ki Hintliler, Çinliler, Meksikalılar; artık Avrupalıların karınlarını bize göre gerçek yemekle doyuran bilimum ne kadar topluluk varsa uyumuya gittiğinde en sona kalan hep bizim Türkler ya da Türk olmasa da kebapçılar.

Asla tam anlamıyla rahat hissedemeyeceğimiz ingilizceden kurtulmanın sevinciyle Türkçe selam vererek giriyoruz. Kebapçı arkadaş da bizi Türkçe ile karşılıyor. “İyi akşamlar, Türk müsünüz?”

Hemen ilk iş olarak karnımızı doyurmamız için gereken kısımlar geçiliyor. Sonra oranın müdavimleri olan ve kebapçı ile her giriş çıkışta yumruk tokuşturan Hollandılaları bizim ilk defa geldiğimiz, belki onları onlarca kez belki her gece geldiği, şehirlerindeki kebapçıda yabancı hissettirecek şekilde hızla samimileşen Türkçe bir muhabbete koyuluyoruz. Onlar çok daha uzun süredir kebapçıyı tanıyor olabilir, onunla yumruk tokuşturuyor-samimi hareketler yapıyor olabilirler, hatta ismini biliyor olabilirler ama iki dakika içerisinde kebapçı arkadaş onlardan şikayet ederken biz de onu destekliyoruz, karşılıklı atıp tutuyoruz. Yine tipik bir Avrupa’da birbirini gören Türk davranışı rutini.

Nereden olduğumu soruyor. İngiltere’de yine küçük bir şehir. Orada da çok Türk olup olmadığını merak ediyor. Karar anı. Girerken “Türk müsünüz?” diye sormuştu. Bir gece önce başka bir kebapçıda arkadaşımı Alman beni İspanyol zanneden kebapçı ile aynı kararsızlığı yaşadığını düşünerek, girişteki soruyu buna yormuştum. Ama başka bir nedeni de olabilir. Kaldı ki önceki geceki kebapçıya “Ooo abi Türk’ü tanıyamayacak kadar uzun süredir burada kalmışsın” şeklinde sarhoş ve yorgun kafanın çıkarabildiği şakayı yaptıktan sonra suratından geçen “Sizin nereniz Türk’e benziyor la” iğrenmesiyle “Sen benim Türk’lüğümü mü sorguluyorsun” siniri de hala daha aklımda.

Ama sonradan 24-25 yaşlarında olduğunu çözdüğümüz kebapçı arkadaş çok daha dost canlısı. Türk müsünüz diye de sordu. Cevap veriyorum, yok pek Türk yok genelde Kürtler var. Doğru bilgi. Yaşadığım şehir Kuzey Irak’tan iki kez mülteci kabul etmiş, pek de Türk yok.

Nasıl yani? Şaşırıyor. Şimdi karşılıklı ürkek halimizdeyiz. Daha önce defalarca kez yaşadığım bir şey. Ne olacak? Anlamaya çalışıyor. Fazla yormuyorum, hızla açıklıyorum. İşte göç almış diyorum. Olan Türkler de bana Türk’üm diyor, yabancı arkadaşlarım gidince Kürt’üm diyor; diyerek açıklamama devam ediyorum. Bana niye öyle deme ihtiyacı hissediyor bilmiyorum diyorum.

Gerçekten öyle Türkçe konuşanlardan asla bana Kürt’üm diyen olmadı. Ama bütün yabancı arkadaşlarıma Kürt olduklarını söylediler. Sonra tekrar karşılaştığım zaman konuşmayı bu konuya getirmedim. Türkçe konuşamayan Kuzey Irak’lı, Suriye’li Kürtlerin de davranışları farklı. Misal sık sık gidip artık samimi olduğum, hatta bana iş teklif eden kebapçı arkadaş bana Suriye’de bir polisi yumrukladığı için kaçmak zorunda kaldığını anlatmıştı. Başka yabancı bir kız arkadaşıma da PKK için savaştığını anlatmış. Başka bir arkadaşa da başka bir hikaye anlattığı için hava atma amaçlı, ya da nabza göre şerbet politikasına göre hareket ettiğini varsayıyorum.

Ama Hollanda’lı kebapçı arkadaşla karşılıklı bir anlayışta olduğumuzu hissediyorum. Valla bak ben de Elazığ’danım, Kürt’üm diyor ilk iş. Birbirimizin sözünü keserek Kürt-Türk, her ne isen onu saklamanın anlamsızlığını birbirimize gece üçte bir kebapçıda ne kadar yapılabilirse o kadar anlatıyoruz. Karşılıklı takımının ne kadar kötü, ama ne kadar kötü, ama daha da kötü oynadığını birbirine ikna etmeye çalışan taraftarlar gibiyiz.

Ona Kürtlerin hepsinin Türkçe konuşamadığını söylemiştim, bu daha Kürtlerin çoğunluğunun Irak’dan geldiğini açıklamadan önceydi. Hızla bunun garip olduğunu kendisinin ve tanıdığı Kürtlerin hepsinin yaşadığı ülkenin ve okulda öğretilen dil olan Türkçe’yi bildiğini söylüyor. Bunu bizim Türkçe bilmeyen Kürtler’e sinirlenen Türkler olmamız ihtimaline karşılık da açıklamış olabilirdi, ama ben öyle hissetmiyorum. Normalin bu olduğunu düşündüğü için öyle açıklıyor, şevkle. Normal böyle olmak zorunda değil diye düşünüyorum ama üstünde durmuyorum.

Konuşma en başındaki neşesiyle devam ediyor. Başta yaşadığımız ürkekliği düşünüyorum. Genelde gördüğüm, Avrupa’da, eğer Türkiye’den gelen bir Türk isen bunu rahatlıkla söyleyebildiğin ama yine de bu ırksal meselenin mümkün olduğunca uzağından geçmeye çalıştığın, çalışıldığı. Karşındaki adam da bu konuya hiç girmiyor. Genelde memleketler sorulduğunda da garip bir bakışma oluyor. Bir anlık bir duraklama ve en iyisinin bu konuya devam etmemek olduğu. Niye bilmiyorum ama neden biliyorum. Her gün gazetede, Türkiye’de sokakta, internette, televizyonlarda bunun nedenlerini çok iyi görebiliyorsun. Ama işte Türkiye’den çıkıp Avrupa’ya gelince – kendinin olmayan bir dilden kurtulup aynı dili konuşmaya başladığında (ki Kürtler için Türkçe ikinci bir dil bile olsa – ki her zaman olmuyor çünkü Türkiye’de Kürtçe öğrenme şansı olan Kürt de az – onun yine de kendi dili olduğunu konuştuğundaki histen anlıyorsun) işler bir anda değişiyor.

Şimdi açığa çıkıp, kabul edilmeyen bu durumu karşılıklı olarak görme şansımız var. O Türkiye’li bir Kürt olduğunu söyleyebilir ben Türkiye’li bir Türk olduğumu söyleyebilirim ve bunu karşılıklı olarak bilip konuşabiliriz. Ama yurttan kalan o sorun, o ürkeklik hala üzerimizde. O anlaşılır ürkeklik.

Konuşmamız tüm samimiyetiyle devam ediyor. Hollanda’ya nasıl geldiğini soruyoruz. Önce abisi gelmiş, bir Alman ‘hanım’ ile evlenmiş. Geyiğimiz normal olarak Hollandalı kadınlar üzerine dönüyor. Arkadaşıma kendisine bir hatun bulmasını salık veriyor, çünkü üzerinde hiç tartışmadan konuşmada kabul edilen bir başka aksiyom da ne yapıp edip bir şekilde Avrupa’da kalınması gerektiği. Tartışılsa aynı sonuca varılır mı bilmiyorum ama Avrupa’da karşılaşan Türkler ile çok büyük çoğunlukla Avrupa’nın daha iyi olduğunu konuşabilir ve yine çok büyük ihtimalle tepki görmezsin, onu biliyorum.

Ben senin gibi üniversitede olsam hiç durmam diyor. Kebapçıda, gerçek anlamda gecesini gündüze katarak çalışırken bu iş zor, kabul etmek lazım. Soruyoruz vatandaş olmadan önce kaç sene evli kalmak lazımmış diye, beş yıl. Vay anasını diyoruz. “Beş sene kadına (karıya diye düzeltiyor sonra konuşmanın ruhuna uygun olarak) dayanacan, ne derse yapacan artık.”

Kendimi sevdirme içgüdüm gece üçte bile çalışır halde; gece üç kebapçı ortamına uygun bir espri yapayım diyorum. Kendimi sevdirmek için zararsız da olacaksa inanmadığım şeyler üzerine bile espri yapabilirim. Tıpkı kadınlarda erkekler hakkında atıp tutmakta olduğu gibi erkeklerde de kendi aralarında kadınlardan şikayet etmek kadar kesin ve garantili sonuç veren başka, bu kadar onaylanan, bir konu başlığı yok. “En azından buralı hatunlar bizimkiler kadar dırdırcı değildir diyorum. Senin abinin hanımı nasıl, sen bilirsin?” Arkadaşımın ne demek istediğimi anladığından eminim. Burayı okuyan erkeklerin, hatta çoğu kadının da ne demek istediğimi çok iyi anlayacağı gibi. Bizim ‘bildiğimiz’ Türk kadınını bizim bilmediğimiz ama tahmin etmediğimiz Avrupa kadınıyla karşılaştırıyorum, klasik-çok bilinen şekliyle.

Ama kebapçı arkadaşın karşılaştırması başka. Önce kendisinin dükkanda olmaktan dolayı çok fazla bilgiye sahip olmadığını kabul ederek ama çeşitli gözlemlerde de bulunduğunu belirterek mütevazi bir şekilde teorisinin arka planını yapıyor önce. “…benim gördüğüm buradaki hatun gezmek istiyor, sen onunla bir şeyler yap, ona bir şeyler al istiyor. Öyle bizde olduğu gibi erkek akşama kadar çalışsın o evde beklesin, sonra eve gelsin beraber yemek yesinler – o anlayış yok.”

Kürt-Türk meselesini çok rahat geçmiştik kebapçı arkadaşla. O Avrupa’da gecesini çalışarak geçirirken biz de gezerek geçiriyorduk ya, şimdi de başka bir fark vardı. Nasıl çıkacaktık bu işin içinden. Yaşayış farkı mı, kültür farkı mı, şehir farkı mı, sınıf farkı mı diyecektik. Arkadaşım konuşmanın daha öncesinde Avrupa’da kalma yöntemlerinden bahsederken yüksek lisans-doktora gibi kavramları sıralayarak son derece eğlenceli konuşmanın temposunu bir kez bozmuş, kebapçı arkadaşı rahatsız bir durumda bırakmıştı. İkimiz de onun ‘bizdeki kadın’ portresine itiraz etmedik artık. Belki anlatmaya üşendiğimizden, belki asıl ‘gerçek farkımızı’ ortaya koyacağından ürktüğümüzden. Hollandalı bir müdavim gelerek muhabbeti böldüğünde bir süre Türkiye’deki kadın tiplemesini düşündüm sessizce. O mu haklı yoksa ben mi?

Tekrar bize dönüyor, müdavimi ‘başından attıktan’ sonra. Benim bir sonraki gün gideceğimi çoktandır biliyor olsa de benim aldığım müşteri hizmeti tartışılmaz daha iyi. Tabii biz de onun bu gece nöbetine, ki haftanın yedi günü her gece olduğunu öğreniyoruz, biraz destek olmak amacıyla lahmacunlarımız bitmiş olsa da orada bekliyoruz bir süre daha.

Ne zaman kapatacaksın hocam? Bugün erken kapatacağım. Saat dört gibi sahuru yapıp kaparım. Gözüm arkadaşıma kayıyor. Teyit amacıyla. Türkiye’de olmayınca ramazanı unutmak ne de kolay. En azından ikimiz de “Allah kabul etsin” yalancılığına yatmıyoruz. Belki ikimizin de aklından uzun yaz gününde zor olup olmadığını sormak geçiyor ama bu konuyu da bırakıyoruz. Ürküyor muyuz?

Güzel muhabbeti sonlandırıyoruz. Şevkle el sıkışıyoruz. Arkadaşa tüm kalbimle sabır ve kolaylık diliyorum ayrılırken.

Gece üçte Hollanda’da bir kebapçıdan çıkıyoruz. Kafam ve karnım dolu olmasa ve saat gecenin üçü olmasa düşünecek çok şey var ama işte…

Acaba sırf karnı tok, sırtı pek, kendi kişisel dertleriyle kafasını doldurduğu ve yapılacaklar için de zaten geç olduğunu düşündüğü için bu tip konulara kafa yormayan insanlarla aynı duruma düşmüş müyümdür?

En son ne zaman gereksiz olduğunu bile bile bir şey yaptınız? Akşam gayr-i iradi seyrettiğiniz yerli diziden veya fazladan yediğiniz bir paket çikolatadan bahsetmiyorum. Benliklerinizin derinliğinde hiçbir anlamı olmadığını hissederek yaptığınız, yapmadan önce ve yaparken size devamlı ‘ben ne yapıyorum’ sorusunu sordurtan ama yine de başkalarının veya kendinizin zorlamasıyla yaptığınız bir olaydan bahsediyorum.

Amcanızın kayınbiraderinin kızını bebek sahibi olduğu için kutlamak için annenizin sizi zorlaması gibi mesela. Veya hiçbir zaman hazzetmemiş olduğunuz ve sizden hazzetmeyen üniversite arkadaşlarınızla buluşmak için diğer arkadaşlarınızın sizi saçmasapan yerlere sürüklemesi, sizin orada mutlak anlamsızlıkla beyninizin beynini kemirme seslerini duyarak saatler geçirmeniz. Eşinizin hiçbir zaman giymeyeceğiniz bir kıyafeti aldırmak için sizi dükkan dükkan dolaştırması. Alakanız olmayan bir komşunun düğününe gitmek, uğradığınız şehirde bir saatliğine de olsa uzak akrabaları ziyaret etmek ya da aramak zorunda kalmak, kaldığınız tatil yerinde bir gün önce tanıştığınız ve bir daha hiç karşılaşmayacağınız kişiyle yolda karşılaştığınız için beş dakika ayak üstünde konuşmak zorunda kalmak veya dükkandan tam çıkmak üzereyken size bir şeyler anlatmaya başlayan satıcıyı sonuna kadar dinlemek.

Sonsuz sonsuz örnek. Akla hayale gelmeyecek, ve akla hayale sığmayacak absürtlükte sonsuz örnek.

Ama en güzeli de sırf ayıp olmasın diye yapılanlar. Çünkü en can sıkıcı olan onlar. Ama küçüklükten itibaren “sırf ayıp olmasın” motivasyonu veya nedeniyle o kadar çok şey yaptırılmış bünyemiz artık bunun yanlış olabileceğine dair hiçbir ihtimal bile bırakmamış bize.

Oysa ayıp ne: “1. Toplumun ahlak kurallarına aykırı olan, utanılacak durum veya davranış  2. Kusur, eksiklik 3. Utanç veren”. Yaptığınız tüm o gereksiz hareketleri yapmamış olsanız toplumun ahlakının (Türkiye’de toplum ahlakı çok kolay bir şekilde bozulabiliyor olsa bile) bozulacağını, bir şeylerin eksik kalmış olacağını ya da utanacağınıza inanıyor musunuz hala?

Bir de yapmanız gerekip de zaman bulamadığınız tüm o diğer şeyleri düşünün. Şu kitabı okumak istiyordum, sinemada şu filme gitmek istiyordum, bu sergiye gitmek istiyordum, o arkadaşı görmek istiyordum, almanca öğrenmek istiyordum, gitar öğrenmek istiyordum, spor yapmak istiyordum… ama zaman bulamadım.

Sizce de asıl ayıp bütün bunları zaman bulamadım yalanının ardına sığınarak yapmamak değil mi? Ben artık zaman bulamadım demek yerine apaçık yalan söylemeyi tercih ediyorum; ya da daha güzeli kendi tembelliğimi, eksikliğimi, eşekliğimi kabul etmek. Gördüğüm, bütün bu hızlanan hayat ve artan sorumluluk koşullarında bile herkesin aslında kullanabileceğinden çok daha fazla zamanının olduğu. Bunu nereden mi görüyorum: Yaptıkları gereksiz şeylere ayırdıkları zamandan.

Belki size kimse söylemez. Bari ben söylemiş olayım. Bir dahaki sefer gereksiz olduğunu düşündüğünüz bir şeyi yaparken benim sesimi duyun (yazımı görün?!?): Arkadaşım şimdi onca güzel, önemli şeyi yapmaya fırsat bulamazken bunu yaparsan ayıp olmaz mı?