Mesajlar Etiketlendi ‘sosyal baskı’

Sorun: Kendiniz saçma, gereksiz, zekice yapılmayan, iyi planlanmamış, getirdikleriyle karşılaştırıldığından aşırı zahmetli, mantıksız, doğru ve ahlaki bulmadığınız, tercih etmediğiniz bazı işlerden kaçarken sırf arkadaşınız ya da sevdiğiniz için bu işleri yapmak zorunda kalmanız. Arkadaşınızı kendi düşünce şeklinizle bu işi yapmamaya ikna edememeniz.

Örnekler:

Kendiniz eşyalarınızı insan gibi kargoya verirken arkadaşınızın “Ya, İstanbul’a birlikte gidelim mi? Bu arada benim götürmem gereken eşyalarım vardı, üç büyük bavul, birini sen alırsın artık” gibi basit bir örnekten başlayabiliriz.

Siz faturaları internetten öderken arkadaşınız bilmediği ya da “ben o internete güvenmiyorum arkadaşçılığından” ya da “ya ben böyle alışkınım sorun değilciliğinden” bankaya gitmesi ve sizi de oraya sürüklemesi gibi birçok orta dereceli örnekle konuyu genişletebiliriz.

Sıkıcı arkadaşlarına ya da akrabalarına açık olamadığı ya da yalan söyleyemediği için sizi garip ve sıkıcı toplantılara sürüklemesinden ve “bir kere söz vermiş bulundum” gibi bahanelerinden bahsedebiliriz.

Ortak tanıdığınız bir insanla yüzleşemediği için bir yalanı yaşamaya devam etmesi ve sizi de bu yalanı yaşamaya zorlaması gibi bir örnek de dahil edebiliriz. Mesela kendi sevgilisine saçma bir şeyi yapmaması ya da söylememesini söyleyemediği  için sizden de “ya idare ediver” istemine girmesi.

Sevmediğiniz veya basitçe sıkıcı bulduğunuz bir insanı devamlı olarak size haber vermeden çağırması veya siz yanındayken çağırması ya da sizi onların yanına çaktırmadan sürüklemesini de örnekler arasına alabiliriz.

Kız arkadaşına sürpriz yapmak için ve on dakika yanında olmak için size 5 saatlik bir yolculuk yaptırmasını da absürt ve saçma örneklere ekleyebiliriz.

“Aslında benim işim değil ama şirketteki kimse yapmadığı için ben yapmak zorunda kalıyorum” deyip eve getirdiği işi yapabilmek için sizden yardım istemesi gibi bir örnek daha verebiliriz.

Mesela siz arabanızın ne kadar temiz olduğuyla o kadar ilgilenmezken onun inatla sizi 1 saatlik araba yıkama seanslarına sık sık sürüklemesi, hatta arabayı sık sık kendi yıkaması ve sizi de bu işleme katılmaya zorlaması gibi tercihe dayalı – ama pek de çevreci olmayan – bir işe sürüklemesi ile örnek çeşitlerini artırabiliriz.

Sırf bedava doğum günü keki için garsona yalan söyletmesi gibi örneklerle biraz daha ahlaki konulardan bahsedebiliriz.

Sizi beraber uyuşturucu kullanmaya teşvik etmesi kadar ekstrem örneklere götürebiliriz.

Eminim herkesin her bir değişik arkadaşıyla ilgili başkasının hiç düşünemeyeceği bu şekil ‘uğraşılarla’ karşılaşmışlığı vardır.

Asıl sorun bütün bunları bize de yaptırmaya zorlaması olduğu kadar, ayrıca bazı örneklerde başka bir sorunla ortak konu oluşturduğunu da görebiliyoruz; “arkadaşınızın, sevdiğinizin saçma sapan, akılsız işlerle kendini yıpratması, kendine zarar vermesi. İnatla bunu sürdürmesi.”

Olası Çözümler:

Not: Arkadaş yerine aile bireyi ya da sevdiğiniz biri kelimeleri gelebilir.

1)     Yapmayacağım demek. Genelde olayı arkadaşlığın zedelenmesine götürür. En iyi ihtimalle karşılıklı hissedilen sevgi ve güven derecesi azalır.

2)     Yapmayacağınızı ve nedenini açık açık söylemek, af dilemek – böyle bir şeye gerek olmadığını düşünseniz ya da düşünmeseniz bile. İlk yöntemden daha fazla arkadaşlığı koruduğu düşünülse de aynı sonuçlara yol açabilir. Nedenleriniz, arkadaşınızın gerekli bulduğu bir işi gereksiz bulacağından ve arkadaşınız da bunların anlamsız nedenler olduğunu düşünebileceğinden tamamen ters tepip beklenmeyen derecede şiddetli sonuçlar yaratma ihtimali de vardır.

3)     İnatla arkadaşınızı bu gereksiz işi yapmamaya ikna etmek ama her adımda yaparsa yine de onunla birlikte yapacağınızı vurgulamak. İki olası sonuç vardır. Birincisi başarısız olup yine işi yapmak zorunda kalırsınız. Arkadaşlık üzerinde kötü etkiler bırakma ihtimali yine de vardır. Gereksiz uzun tartışmalar sırasında farklı konularda yıpranmalar görünebilir. İkinci sonuçta da arkadaşınızın sizi yapmak istememekle ve “tamam istemiyorsan yapma (iç ses: biz de seni arkadaş bilirdik)” şeklinde suçlaması ve yargılamasıyla karşılaşmanız ihtimali de vardır. Sonucu söylemeye gerek yok.

4)     Yaparken devamlı şikayet etmek, sizden nefret edecek olsa da bir daha aynı işi yapmanızı isteme ihtimali azalacaktır. Yine arkadaşlık derecesinde zedelenme olacaktır. Bunu şikayetçi olmayan bir tavırla yapmak da denebilir ama daha az sevilmekten kaçmak zordur. Üstüne üstlük bir de sevimsiz bir pozisyona düşme ihtimaliniz vardır.

5)     Gereksiz işi yaptıktan sonra ve her şey bittikten sonra arkadaşınızla mantıklı bir konuşma yapmaya çalışarak bir daha bu işi yapmamaya ikna etmeye çalışmak. Arkadaşlık üzerinde en az etkisi olan ikna çeşidi budur. Tabii en başta söz konusu işi yapmak zorunda kalırsınız. Olayın ve arkadaşınızın ciddiyetine bağlı olarak tartışmanızın fayda getirip getirmeyeceği konusu vardır. Daha ciddi konularda daha başarılı olabilir ama daha ciddi bir işe bulaşmış olmak zorunda kalırsınız. Bankaya gitmek gibi basit konularda ise basitçe “ya bakarız” şeklinde biten, bitmek zorunda kalan tartışmalara şahit olabilirsiniz.

6)     Arkadaşınızı kandırmak, manipüle etmek, yalan söylemek. Başarı şansı sizin kabiliyetinize ve şartlara bağlıdır. Sonuçları da yine aynı konulara bağlı olarak kolayca işin içinden sıyrılmadan arkadaşlığın anında bitmesine kadar geniş bir skalada olabilir. Olayın etik ve ahlaki yanı yine size kalmıştır ama böyle bir yan olduğu da inkar edilemez.

7)     Yalvarmak, işi duygusallaştırmak. Kalıcı olmayan bazı başarılı sonuçlara yol açabilir. Ama arkadaşlıkta hoş olmayan bir iz bırakır. Geri dönüp sizin kişiliğinize zarar vermesi veya sonradan böyle bir harekette bulunduğunuz için pişmanlık duymanız gibi sonuçlar yaratabilir.

8)     Arkadaşlığı bitirmek. Bu diğer bazı çözümlerin son noktası olarak da ortaya çıkar. Aşırılığı yüzünden sadece duruma bağlı olarak bir çözüm olarak düşünülebilir. Ama bir çözüm olduğu da inkar edilemez.

9)     Pazarlık yapmak. Duruma uygunsa işin bir kısmını belli bir şekilde yapmak için ya da arkadaşınızın daha önce yapmak istemediği başka bir olayda geri adım atması için kullanılabilir. Aynı işin bir daha tekrarlanmaması için söz alma gibi varyasyonları da denenebilir. Arkadaşlığa aşırı çıkarsal yaklaşılması durumunda hoş olmayan sonuçlar yaratabilir. Ahlaki sorunlar ortaya çıkarabilir.

Sonuçları, mekanizması:

Eminim bunların dışında da çözüm şekilleri vardır. Özellikle özel arkadaşlıklara ve özel tipte durumlara göre değişik şekiller ortaya çıkabilir. Ama bunların bir karması ya da biraz değişik versiyonları olma ihtimalleri çoktur. Yukarıdaki bazı çözümlerin birbirine benzemesi de bu yüzdendir.

Neredeyse hiçbir çözümün kesin olmaması ve neredeyse hepsinin hoş olmayan sonuçlarla bitmesinin nedeni olayın kendisinin yani size mantıksız, saçma veya gereksiz gelen bir işe arkadaşınız tarafından zorlanmanız gibi çirkin bir neden vardır. Ama genel olarak ve de özellikle arkadaşlıkta “İsteyenin bir yüzü vermeyenin iki yüzü kara” şeklinde bir mantık hakim olduğu ve arkadaşlık anlayışında bireysellikten ve özgürlükten uzaklaşılması nedeniyle olayın bu kısmı gözden kaçar.

Ayrıca yüzleşmeye, açıklığa dayalı kurulmamış arkadaşlıkların bu tip testlerden geçmesi de ayrıca zordur.

Birçok insan bunun çözülmesi gereken bir sorun olarak görmez. Eğer ‘gerçekten’ arkadaşınsa katlanırsın gibi düşünceler geliştirebilirler.  O yüzden…

Neden Çözülmeye Çalışılmalı?

1)     Aynı şekilde düşünemediğiniz veya düşüncelerinizi paylaşarak ve tartışarak aynı noktaya, aynı sonuca varamadığınız arkadaşlarla arkadaş kalmanız başlı başına bir sorun değil midir? Bu sorunu hiç çözmeden ya da en azından çözmeye yeltenmeden gerçek bir arkadaşlığa ulaşmak mümkün müdür? İnsanlar elbette her zaman birbirlerinden farklı tercihler ve sonuçlara ulaşacaktır ama bunlara saygı duyamazlarsa, kısaca birbirlerine birey olarak saygı duymazlarsa nasıl arkadaş kalacaklar?

2)     Arkadaşınızın gerçekten iyiliğini düşünüyorsanız, doğru ve mantıklı bildiğiniz yoldan onun da yararlanmasını istersiniz, aksi takdirde onu gerçekten seviyor musunuzdur? Eğer arkadaşlarınızdan zekaları, bilgileriyle hayatınıza katkı yapmaları size garip gelmiyorsa aslında bunun da pek farklı bir yanı yoktur. Sizden katkı almaya kapalı bir insanın aslında size ne kadar güvendiği konusu da ayrıca tartışılmalıdır.

3)     Özellikle bazı örneklerde şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır; çocuğunu döven aileye, eşini döven adama bu olayın kesinlikle yanlış olduğunu bildiğiniz halde sanki bir tercih meselesiymiş gibi sessiz kalmanız gibi. Özellikle bilimsel şekilde kanıtlanabilir olan, her türlü karşılaştırmayla daha avantajlı olan yolu tercih etmeyen arkadaşınızın hareketini sadece tercih meselesi ya da kendi hayatı gibi es geçtiğinizde aslen kendi inancınızı, insanlığınızı, aklınızı es geçmiş olmaz mısınız?

4)     Bazı durumlarda sadece inançları, alışkanlıkları, bilgisizliği nedeniyle arkadaşınızın zarar görmesine göz yummamanız gerekir.

5)     Dürüstlük, kendinizle barışıklık, özsaygı, prensipler nedeniyle; kısaca kendiniz için bazı noktalarda sağlam durmanız gerekir. Sırf arkadaşınız için kendinize zarar vermeniz doğru değildir.

6)    Arkadaşınız arkadaşlığınızın değerini onun isteklerine katlanmanızla ölçüyorsa böyle bir arkadaşlığı ister misiniz?

Bazı insanlara kızamazsın; bilirsin ki olup olabileceği, bilip bilebileceği, yapıp yapabileceği budur. Ne kadar insaniyet açısında ayrılıkçı görünse de kapasite diye bir şey vardır, bilirsin – ona göre hareket etmek istemezsin – ama bilirsin.

Benim derdim bir şey olabilecek, bir şey yapabilecek insanla… yazdığım yazıların çoğunda da onun olduğunu fark ettim. Okuyanın yukarıda bahsettiğim gibi bir insan olma ihtimali/hayali ile ondan kendi kendime bir beklentiye girdiğimi fark ettim. Ondan benim düşündüğümün doğru olduğunu düşünüyorsa bunu yapmaktan korkmamasını, eğer bana katılmıyorsa bile kendi doğru bildiğini yapmaktan korkmamasını beklediğimi fark ettim. Ve tabii kendimden de bunu beklediğimi, bunların büyük bir kısmını da kendime yazdığımı. Tek yazdığımın, farklı konularda farklı şekillerde de olsa bu olduğunu fark ettim. Biraz kendimi sıkıcı da buldum ama bunun yanlış olmadığını da düşündüm.

Mutlu olmak için ve hayatta kalmak için zannettiğimden çok daha az şeye ihtiyacım olduğunu fark ettiğim ve bunları sağlamakta çok da sıkıntı çekmeyeceğimi görmeye başladığım bu günlerde benim için umudun anlamı bu oldu. Çünkü umut etmemi gerektiren zorunlu, bencil ihtiyaçlarım gittikçe azalıyor. Umudum; sadece doğruyu yapabilecek insanların olması, daha fazla insanın doğruyu yapabilmesi. Üstelik benim doğrularımı bile değil… kendi doğrularını yapabilmesi.

Geçenlerde bir de Türkiye’nin Yüzde 99’u diye bir yazı yazdım… Sözüne güvenilir bir arkadaşım şöyle demiş mailinde yazının ekseni kaymış, beğenmedim diye. Niye öyle dediğini bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Çünkü o yazıyı ben de beğenmedim.

Çünkü ben, o yazıyı korkarak yazdım. Korktum, çünkü Türk olup da Müslüman olmamak, bu konuda yazabilmek korkutucu bir şey. Kaldı ki yazı ekseninden kaymış da olabilir, çünkü yaklaşık şöyle bitiyordu… Türkiye’nin yüzde 99’u kötü. Oysa o yazıda asıl amaçladığım, daha doğrusu amaçlamaya cesaret edebildiğim kadarı, şuydu:

        Kötülüklere göz yuman insan da kötü müdür?

        Evet.

        Türkiye’nin yüzde 99’u kötü müdür?

        ………

Belki siz, belki de zaman verecek bu sorunun cevabını.

Ama o yazıda geçen başka bir şey daha vardı, cesaret etsem üstüne daha fazla yazmak istediğim:

…gerçekten Müslüman olup da hiçbir şeye karışmayanlar; işte onlara bir de gerçekten Müslüman olmayıp Müslüman geçinip hiçbir şeye karışmayanları bir de Müslüman olmayıp da hiçbir şeye karışmayanları ekle. İşte asıl suçlu onlar.

Türkiye’nin %99’u da onlar.

Bugün o diğer kısımla ilgili yazmaya cesaret edeceğim. Ama diğer iki kısımdan gerçekten Müslüman olup da hiçbir şeye karışmayanlar ile ilgili zaten o yazıda bile bir şeyler yazabilmişim, kısıtlı da olsa, onu söylemek isterim. Müslüman olmayıp da hiçbir şeye karışmayanların da tıpkı benim gibi ya korktuğunu ya da kendi bencillikleri içinde hayatlarını idareimaslahatçı bir biçimde bitirip tamamlayacaklarını varsayıyorum.

Gerçekte Müslüman olmayıp da sorunca Müslümanım diyenlere gelince…

Aslında bu konudaki kişisel düşüncem, ahlakım, etiğim bana diyor ki: Bir insanın dinini nasıl yaşadığına karışamazsın, sen kimsin! Bu doğru. Bir insanın inancını nasıl yaşadığına karışamam. Karışmak istemem. Umarım karışmam. Karışmışsam vicdani olarak cezasını çekerim, çekiyorumdur.

Ama bana artık yeter dedirten bir şey de var. Bu insan inancını istediği şekilde yaşayabilir evet, ama bu inancını nasıl lanse ettiği başka insanların hayatını cehenneme çeviriyorsa, onlara haksızlık yapılmasına yol açıyor, hayatlarını istediği şekilde yaşayamamasına destek oluyorsa bu konuda susabilir miyim? Bu da benim inancıma ters değil mi?

Az sonra yazacaklarımı da önceden düşündüm ve ister istemez aklıma tanıdığım insanlar hatta yakın arkadaşlarım hatta çok yakın arkadaşlarım olan insanlar geliyor. Yazacaklarım aslında son derece genel ve birçok insanda çeşitli derecelerde sıkça karşılaşılabilecek durumlar. Ama işte o insanlar aklıma geliyor. Bunları onların yüzlerine sadece en fazla çıtlatmaya cesaret etmişimdir bugüne kadar, çoğuna zaten bir şey söylememişimdir. Çünkü bireysel olarak dinlerine, inançlarına, nasıl yaşadıklarına karışmış olsam, bunu bilerek huzurlu olamam. Yazdıklarımı şimdi okurlarsa bir bakıma onların dinini birebir olarak sorgulamış olacak mıyım? Umarım olmam. Zaten inançlarını asla sorgulamam. Belki tek sorgulamak istediğim inancını lansman ediş şekli sadece. Ama eğer yine de kişisel bir sorgulama yapıyor olma ihtimaline karşılık…her şeyden önce kendimden af diliyorum.

Bazı insanlar var – sorunca Müslümanım diyorlar. Bunların bazıları Türkiye’de ortak olarak yaşanabileceğini, herkese karşı hoşgörülü olduklarını, herkesin istediğini yapmakta serbest olduğunu da savunuyorlar. Bunu yapan herkesten bahsetmiyorum…bunları savunan başka insanlar da olabilir, misal benim gibi; şimdilik sadece ben Müslümanım deyip de sadece kendine göre tanımladığı, keyfine uygun, işine gelen Müslümanlığı yaşayanlardan bahsediyorum.

Ben İslam uzmanı değilim. Bir şeyler biliyorum; çoğu da kulaktan dolma, televizyondan görme, bir iki kitaptan okuma, arkadaştan dinlemedir. Ama ne farkeder, bu bahsettiğim Müslümanım diyenlerin de çoğunun öyle değil midir?

Nasıl oluyor bu işine göre Müslümanlık?

Namaz kılabileceği zaman bile namaz kılmıyor…

Camiye uğramıyor ya da sadece bayramlarda gidiyor…

İçki içiyor, bazen sadece Ramazan’da ve kandil gecelerinde içmiyor, bazen onlarda da içiyor…

Oruç tutabileceği halde tutmuyor, birkaç gün tutuyor…

Oruç tuttuğu zamanda bile başka her şeyi yapıyor…

Zina yapıyor, evlenmeden ilişkiye giriyor…

Evlendi mi üreme amacı dışında da ilişkiye giriyor…

Hacca gidebilecek parası varken hacca gitmiyor…

Kutsal kitabı Kuran-ı Kerim’i bir kez olsun açıp okumuyor, okusa da ya anlamadığı Arapça olarak okuyor ya da yarım yamalak okuyor…

İşine geldi mi hemşehrisine kolaylık sağlıyor, torpil yapıyor…

İşine geldi mi başkasının yaptığı torpilden kendine kolaylık sağlıyor…

Başkalarını zor duruma sokabilecek durumlardan, onların zorunlu ihtiyaçlarından haksız bir biçimde para kazanmaktan çekinmiyor…

Faiz getirisi de gerekirse kazanıyor…

Yalan söylüyor, dedikodu yapıyor…

Erkekse Cuma namazlarına gidebileceği halde gitmiyor…

İşinde başarılı olmak için her türlü katakulliyi makbul görüyor…

Kendi işini halledebilmek için her türlü katakulliyi makbul görüyor…

Yurt dışına gidince domuz eti ürünleri tüketiyor, merak edip deniyor…

Kadınsa başını örtmüyor, ya da başkalarını cezbedebilecek şekilde giyinebilmek için bilinçli olarak çaba sarf ediyor…

Sigara içiyor, başka maddeler de yeri geldi mi kullanıyor…

Müslümanlığa aykırı bir davranış görünce ya da Müslüman olmayan birini görünce ona yaptığının yanlış olduğunu veya Müslümanlığın iyi olduğunu tatlı dille bile olsa söylemiyor…

Hadi bunlardan birkaçını insani olarak aradan kaçırıyor da, çoğunu sıkça yapıp da hala daha…

Ama sorunca Müslümanım diyor.

Bu bir sorun mu… sana ne? Evet sorun.

Çünkü o Müslümanım deyince Müslümanlığı hakkıyla yaşayanlara bir kez haksızlık oluyor. Sen de Müslümansan o ne? Bunu zaten yıllarca gerçekten Müslüman olanlardan işittiniz. Hatta yukarıdakinin bir kısmını kesip kopyalayıp belki de insanları gerçek Müslümanlığı yaşamaya çağıran bir yazıda kullanmak bile mümkün.

Ama bu sefer söyleyenler onlar değil, değil mi? Hiç birisinin Müslümanlığının Müslüman olmayan biri tarafından sorgulandığına ben rastlamamışım ya da hatırlamıyorum. Peki başka ne oluyor?

Müslümanlığını hakkıyla yaşayanlar veya bunu abartanlar ve başkalarının üstünde baskı aracı olarak kullananlar (ister bunları ikiye ayırın ister bir araya koyun, apayrı bir tartışma konusu) kendilerine destek aracı bulmuş oluyorlar. Sen de Müslümansın değil mi diyorlar, Türkiye’nin yüzde 99’u Müslüman diyorlar. Oradan güç alıyorlar. Başkalarını buna inandırıyorlar. Kendilerinden de bazıları buna inandığı için ona göre hareket ediyorlar. Ve yaptıkları yapacakları her şey daha aşırı bir uca daha güçlüye gidiyor.

Bu kötü mü değil mi, yorum yapmayacağım, ona da siz karar verin.

Bir de bir de… Müslüman olmayanlara yaptığınız haksızlık var. Siz işinize geldiği, daha kolay olduğu veya sorgulamadığınız için Müslümanım diye ortalıkta dolaştığınız sürece Müslüman olmayanların açıkça, özgürce yaşama şansını da kısıtlıyorsunuz. Onu gerçekte olmadığı şekilde yalnız bırakıyorsunuz.

Oysa inancınızı ayrı tutuyorum, ama yaşadığınız şeyin Müslümanlık olup olmadığını sorgulamanız gerekmez mi? Müslümanım demeden önce iyice bir düşünmeniz gerekmez mi? Ben Müslümanlığı böyle tanımlıyorum, benim İslamdan anladığım bu şeklinde kendinizi kandırmayı bırakmanız gerekmez mi?

Artık?

Özellikle de inancım bana ait, herkes istediği gibi yaşasın diyorsanız… nedendir ben Müslümanım diye ortaya çıkmaktaki bu tereddütsüz tavrınız? Müslüman olduğunu bile düşünüyorsan neden sana ne diyemezsin? Hani sana aitti, hani sadece seninle ilgiliydi?

Sadece kolay olduğu için mi?

Alışkanlık olduğu için mi?

Üzerinde düşünmeye değer bulmadığın için mi?

Kimbilir kaç insanla tanıştım, Müslüman olmadığı halde bunu sözleriyle en azından bana belirttiği halde ben Müslüman değilim demekten imtina eden. Bunu asla dile getirmeyen, her şeyi söyleyip bu son cümlenin etrafında yıllarca dolanan. Çünkü, en azından bunu kabul edin, Türkiye’de bunu demek kolay değil.

Herkesin birbirini otomatik olarak Müslüman diye tanımladığı bir ülkede yaşıyoruz. Müslüman olmayanın bile geri kalan herkese önce Müslümandır kesin diyerek yaklaştığı bir ülkede… Müslüman olup olmamanın kolaylıkla sorgulanabildiği, sorulduğu bir ülkede yaşıyoruz. Ve bu soru asla yargısız, takipsiz değil… O niyetle bile sorulmuşsa bile değil.

Geçenlerde 18 yaşındaki kuzenime skype üzerinden üniversite tercihi yapmayı yapmaya çalışıyoruz, gece 3.30 – 4. Sanırım sahur vakti yaklaştığından olsa gerek 17 yaşındaki kardeşi arkadan kafayı uzatıp sordu:

        Cem abi oruç tutuyor musun?

        Hayır. (Ha demek bu konuyu hiç konuşmamışız. Nasıl konuşalım ki? Dünya daha güzel bir yer olsa neden konuşalım ki?) Ben Müslüman değilim ki.

<belki 15 – 20 saniyelik bir sessizlik>

        Neden?

        (Gecenin o saatinde ne kadar anlatabileceksin derdini.) Çünkü organize hiçbir dine inanmıyorum.

<belki 10-15 saniyelik bir sessizlik>

        Hmmm, ok.

<kocaman ve devam eden bir kafa karışıklığı, üçümüzde de>

Neden mi?! Neden Müslüman değilsin? Türksün ve Müslüman değilsin öyle mi! Neden?

Acaba hiç birisine “Neden Müslümansın” diye sormuş mudur? Kendisine “ben neden Müslümanım” diye sorduysa yine iyi…

Ama ilk tepkisinin “Neden Müslüman değilsin” olmasıyla ilgili onu suçlayabilir miyiz? Çünkü normali o! Normali öyle demek. Taksici oruçlu musun dediğinde Müslüman değilim demen başa bela, hayır tutmuyorum demen tamamdır. Birisi Cuma’ya geliyor musun diye sorarsa yok Allah kabul etsin dersen işlerin sorunsuz yürür, ama sakın Müslüman değilim deme. Birisi ailenin hacca gidip gitmediğini mi sordu…daha gidemediler de, başka yorum yapma.

En başta dediğim gibi ben korkuyorum arkadaş. Bir kere artık kendimi kaybedip ben Müslüman değilim demiştim… Hastenedeyim doktor babanın kalp kapakçığı değişecek ve üçlü bypass yapılacak ama ardından diyalize girme zorunluluğu da çıkabilir, çok riskli ameliyat demiş. Devamlı doktor bekleme, yoğun bakıma girmeyi bekleme sırasında su içmekten başka bir iş yapmadığım ve zaten o anda yapacak başka bir işim olmadığı için tuvalete dalmışım. Pisuarda işiyorum. Namaza hazırlanan birisi beni alenen kesiyor, hissediyorum. Fermuarımı kapatıp arkamı dönmeyi tamamlamadan başladı…

Bilmemkimin kitabında yazdığı gibi Hadis-i Şerife göre ayakta abdest… ayrıca prostat kanseri… Uzun uzun bir konuşma. Dinleyeyim dedim. Dinlemeden tepki versem haksız duruma düşeceğimi biliyorum. Ama dinledikçe sabrım taşıyor. Bitirince ben başladım…

Birincisi her gördüğünüzü Müslüman zannetmeyin… İkincisi şu anda tıp biliminin uygulandığı bir hastenedeyiz; prostat ile ilgili… Ben de saydım bir şeyler ama sona doğru ne dediğimi kendimin bile umursamadığımı hatırlıyorum. Cevap verdi…

Öncelikle ben her gördüğümü Müslüman zannetmem. Ama ben sizin sağlığınız için... Yine uzun bir konuşmaya başladı. Yarım yamalak dinliyorum. Dinleyecek konsantrasyonum da motivasyonum da yok.

Ama sonra sözü tekrar getirdiği yere bakıyorum, dinliyorum, gözlerine bakıyorum ve anlıyorum: Müslüman olmadığıma inanmadı… İnanmadı!

Nasıl inansın ki? Türkçe konuşmuştum. Türk gibi görünüyordum. Daha önce hiç kimse ona bunu demiş miydi ki?

Bir de ismim Cem olduğu için başıma gelenler var. İsmimi din ile ilgili bir konuşmanın seyrinde öğrenince veya hatırlayınca imalı bir bakış fırlatan, hatta bazen ileri gidip Alevi olup olmadığımı soran. Beni asıl yoran o konuşmanın seyrinin değişmesi; Alevi değilim desem de, Müslüman değilim desem de, ailem Sünni desem de…

Bir de diğer ismim James olduğu için başıma gelenler var… Hrıstiyan? Yahudi? Yabancı (müslümanlık sorusu bağlamında)?

Ve hala hatırladıkça rahatsız olduğum zorunlu din (Sünnilik) dersleri var. Hadi kendimi ortaokul yılları için affettim ama ya lise yılları? Nasıl olur da bana Arapça ve Türkçe olarak Kuran’dan belli birkaç cümleyi ezberletip 100 veren hocaya kalkıp en azından bir cümle etmemişim? Ya da üsturubuyla sorsaymışım keşke en azından? Şimdi daha huzurlu olurmuşum.

Verdiğim verginin Diyanet İşleri Başkanlığına oradan da camilere bedava elektrik, su ve imamlara maaş olarak gitmesine ne demeli? Okulu bile olmayan köylerdeki camilere. Adımı taşıyan Cemevlerini ibadethane statüsüne bile almıyorlar.

Zaten yıllar önce Türkiye’de ne kadar Gayrimüslim varsa sırayla kovmuşlar. Paralarına, evlerine de konmuşlar.

Daha geçen yıla kadar anlamamıştım… Küçükken hemen bizim apartmanın karşısında tek katlı kullanılmayan bir ev vardı. İçinde oynayıp, yanındaki dut ağacığını bir günde tüm mahallenin çocukları olarak kurutabildiğimiz. Bir gün sorduğumu hatırlıyorum, üzerindeki horoz ne alaka diye? Eski papaz evi demişti biri. O zaman üstüne fazla düşünememişim. Asıl çözemediğim ise; hemen az ilerisinde kocaman bir malikane vardı, koskocaman bir arazisi olan, yine bomboş. Şimdi anlıyorum ki o da kiliseymiş. Şimdi onun yerinde yollar ve yedi sekiz apartman var. Gidip zillerine basıp sorsam Müslüman mısınız diye, eminim ki apartmanda oturanların çoğu Elhamdürillah diye başlar… Kimi de kapıyı her tanımadığına kapatan Müslümanlardandır zaten… Bir ikisi belki bunu sormaya hakkınız yok der, değil mi?

Bir gün gelecek beni de kovacaklar mı diye düşününce de komik geliyor. Kendi kendime olur mu saçmalama diyorum. Tıpkı şeriat gelecek diyenlere saçmalama dediğim gibi. Çünkü saçma olduğunu düşünüyorum.

Ama şuna sinirlenmeden edemiyorum. Şeriat gelecek, laiklik çok önemli, herkes istediği gibi yaşasın deyip bir de yukarıda yazdıklarımın neredeyse hepsini yapıp hala daha ben Müslümanım diyenler var ya… Ya da zaten bu konularda hiç düşünmeyip ben Müslümanım diyenler. Benim inancım artık onların bu yalanlarını apaçık yazmadan rahat etmeme izin vermiyor.

Bir de şu geliyor aklıma, acaba yazıyı okurken olur mu canım Türkiye’de Müslüman olmayan bir insan da hakkıyla yaşayabilir diyenler var mıdır? Bunu duymaktan korkuyorum, gerçek olmadığını bu kadar iyi bildiğim bir şeyin neresinden başlayıp da doğru olmadığını kanıtlamaya başlarım diye düşünürken elim ayağım titriyor…

Ve bir de yukarıda yazdıklarımı ve bunları yapan arkadaşlarımı, dostlarımı, tanıdıklarımı düşünün istiyorum. Normalde bu yazımın bir sosyal intihar olması lazım değil mi? Hele %99 rakamı doğruysa ya da okuyanlardan bu yazıyla ikna olup da tutum değişikliğine giden olmazsa aslında benim yapayalnız birkaç insanla kalmam gerekir değil mi? Zaten sırf Müslüman olmadığım için bana şüpheyle bakacak, beni silecek, hatta bana kızacak tanıdıklarım da hiç az değildir, eminim.

Ama öyle olacak mı? <Kendi kendime gülüyorum> Hayır. Kesinlikle. Bu konuda ukalaca korkmadan yapabiliyorum. Kendine göre Müslümanlığı yaşamanın en güzel yanı da bu kendine göre asla Müslüman değil değilsin. Bir de insan olmanın çok güzel bir özelliği var… kötü şeyleri hep başkası yapar, kötü şeyler hep başkasının başına gelir kendinden eminliği. Bir de üstüne o günümüz popüler toplum değerlerinden alınmamazlığı ekle.

Bu kadar lafın üstüne, demem o ki Türk olup Müslüman olmamak zor. Bir de kimseyi buna inandıramayınca…bir de herkesin Müslüman olması gerekince…kimseyi Müslüman olmamaya alıştırmamış olunca…Genel tahammül herkesin, Müslüman olsun olmasın, öyle yaşasın yaşamasın, o konuda düşünsün düşünmesin, T.C Kimlik Kartı din hanesinde yazan İslam’a uygun cevap vermesi. Gerçek bu.

Herkes buna uydukça benim hayatım da zorlaşacak. Yalanlaşacak. Yarımlaşacak. Ama ne yapayım…

Türk’üm ve Müslüman değilim.

Artık bu konuda ne yapman gerekiyorsa sen de onu yap.

Post-modernizm yaşayan (ve bundan sonra ne yaşaması gerektiğini bilemeyen kafası karışık) dünyanın hala daha modernist olmaya çalışan vahşi küçük Türk kapitalistleri olarak hayatımızın güzelliği-kalitesi “bir yerlere gelmek” ile “bir yerlere gitmek” arasında savrulup tanımlanmakta. Ne olmak istiyorsun bu hayatta? Bir yerlere gelmek. Eğlenmek, mutlu olmak için ne yapalım? Bir yerlere gidelim.

Bu ‘bir yerler’ nedir, neresidir? Günden güne değişebilse de mantık hep aynı; kafası karışık, kendi doğrularını bulamamış, herhangi bir prensip ve ideolojiden yoksun, düzensiz, istikrarsız ‘toplum kollektifinin’ ortaya çıkardığı bazı doğru, ya da günümüz deyişiyle trendy ‘yerler’. Bizim ruhumuzun neden bu yerleri istediğine dair ise hiçbir fikrimiz yok.

“Sağlık, para, aile, arkadaşlar…” Bunlar değil midir hayatınızdaki en önemli beş şeyi sorsalar hepimizin düşünmeden vermeye başlayacağı cevaplar. Her kim ki sofistike olmak adına önceden bu cevapları düşünmemişse veya daha öncesinden tecrübelenip eski cevaplarını tekrarlamıyorsa bu kısır döngüde sıkışacaktır. ‘Hayır hayır’ diye şu anda yazıya isyan eden bünyelerin de kendi kandırmacalarının esiri olmuş olmaları muhtemeldir.  Doğru kimi parayı veya aileyi es geçebilir ama genelde de geçilmez, geçilse de yalancı bir geçiş olur.

Tamamıyla aynı cevapları mutlu olman için ne gerekiyor diye sorulduğunda da kullanmak da mümkün. Yine de bu güzellik yarışması cevaplarının ötesine geçilip, düşünüldüğünde, mutluluk genelde beklentilerinin karşılanması olarak tanımlanıyor. Zaten hayatta bizim için en önemli olan olgularla mutlu olmamız için gerekenlerin de aynı olması normal olurdu, ama değil, değil mi? Bazı “öz eleştiriciler” bunu genelde doyumsuz, aç gözlü insan doğamıza suçu atarak hesabı kapatmaya çalışsa da aslında hayattan sağlık, para, aile, arkadaşlar dışında bir şeyler beklemenin hiçbir yanlış tarafı da yok. Bekliyoruz da. Ama ne bekliyoruz? Bu beklentimiz olan ‘yerler’ nedir?

Doğru yine toplum tarafından medya-aile-çevre-okul yoluyla ince ince işlenmiş benliğimiz bu ‘yerleri’ istemiyor değil. Neden istiyor diye sormaya gerek yok, var mı? Bütün isteklerimizin, özentilerimizin bize aile, televizyon, konu-komşu-aile çevresi ve yine kendilerinin çevrelerinden öğrendiklerini okula getiren arkadaşlar tarafından şekillendirildiği belli. Çünkü üniversite sonrasına kadar sıradan bir Türk evladının hayatında seçime veya karara yönlendirildiği pek bir yer yok, değil mi? Sözde karara yönlendirildiği lise tipi seçiminde (sınırlı seçenekler ve karar verirken yine bir yerlere gelebilmenin öneminin vurgulanması) ve üniversite bölüm seçiminde (sınırlı seçenekler-ilgisiz puan kısıtlaması ve karar verirken yine bir yerlere gelebilmenin öneminin vurgulanması) kararın ne kadar bir karar olduğu tartışmalı.

Okul dışında ne yapmak istediğimize dair herhangi bir destek var mı? Yine ailelerin dayattığı bir enstrüman öğrensin, spor yapsın gibi sosyal faaliyetler (eğer dayatırlarsa o da) dışında bize sunulan pek bir şans var mı? Kaldı ki yine bir enstrüman öğrenmek istediğinde ya da tiyatro koluna katılmaya karar verdiğinde bunun ne kadarının özenme dışı olduğunu bilebilmek çok zor. Çünkü bize özendirmeden tüm seçeneklerimizin anlatıldığı, kendi seçeneklerimizi yaratmaya itildiğimiz hiçbir oluşum yok. Çoğu zaman seçenek sunulması bile bir lütuf olarak görülüyor. Bundan sonra geriye kalan tek şansın bu çeşitli rastlantılar sonucunda seçeneğin olmuş ve seçtiğin şeyin gerçekten seni mutlu eden bir şey olmuş olması. Ama tabii sonrasında bunu takip edip hayatının önemli bir parçası haline getirip getiremeyeceğin tartışmalı.

Tabii üniversite sonrasında durum değişiyor mu? Hayır. Yine bir yerlere gelinebilecek işe girme, istediğin-sevdiğin mesleği yapman önemli (ama mutlaka para kazanılacak bir iş olsun) sosu ile birlikte size dayatılıyor. Kaldı ki istediğin işi, mesleği aramak için zamanın da kısıtlı. “Hayatından bir yıl kaybetme!” (üniversite hazırlık ve üniversite sonrasında iş ararken), çünkü senin için (herkes için aynı) dizayn edilmiş hayatı bir an önce yaşamaya başlaman lazım. Zaten bir de erkekseniz seçme şansınız bulunmayan savaşma (ama bu kelime abartlı olur – belki vatani görev?) yükümlülüğü de cabası.

Peki hangi ara bir insan kendisini dinleyerek bu hayattan ne istediğine, bu hayatta kendisi için asıl neyin önemli olduğuna nasıl karar verecek? İş işten geçtikten sonra mı?

Televizyon, filmlerde otuz saniyede başlayan mükemmel ilişkilerin hayaliyle yaşarken…

Pahalı araba – saygı, bol para – mutluluk, popüler mekan-popüler insan, güzel olmak-sıska olmak, ‘iyi’ giyinmek, güzel – ama fiziksel güzel – bir eve sahip olmak tek doğrular olarak kafamıza itinayla bombardize edilirken; bunlara sahip olmayanlar mutlu olamazlar kes(k)in sonucuna her gün bilinç altı düzeyde defalarca varılırken…

Herkes için tek bir ruh eşi olduğunu defalarca görsel atraksiyonel olarak kanıtlanmışken doğru eşi bulmanın (çiftleşmek önemli) peşinde koşarken…

Devamlı bir yerlere gelmek için önceden kararlaştırılmış bir yolda iteleyerek ilerlemeye çalışan, mutsuzlandığında da bir yerlere gitmek için sosyal enerjisini harcayan insan gerçekten hangi ara onu gerçekten mutlu edecek şeyler üzerinde düşünmeye fırsat bulacak?

Özellikle de bu düşünmeye fırsat bırakmayan hayatı; zaten onu kendiyle barışık mutluluğuna ulaşmasını imkansız kılarken bir de üstüne mutsuz olduğunu sorgulama zamanı da bırakmazken…

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de bu oluşturulan toplumsal mitlerin kendini doğrulaması gibi vahşi bir destek düzeni de yok mu? Misal, “Abi adamın altında Ferrari var ama yine de bir hatunla çıkamıyor”. Çünkü iyi bir arabası olanın otomatik olarak kız arkadaşı oluyor, değil mi? Sonuç; adam kabiliyetsiz. Benim öyle arabam olsa…

“Abi ODTÜ’de okumuş adam olamamış.” (Kendi okulumdan örnek vereyim dedim kimse alınmasın.) Evet, çünkü iyi bir üniversitede okumak adam olmayı garantiliyor, değil mi. Özellikle de buraya girenlerin a-b-c-d-e şıkları arasından çoklu seçimler yapma gibi üstün bir sınanmadan geçmeleri üzerine iyi bir üniversiteden çıkıp yine öküz kalmaları, adam olamamaları büyük sorun. Tabii eğer abi diyen adam, adamlığı böyle tanımlıyorsa – yok adamlığı zaten para-kariyer olarak tanımlıyorsa apayrı bir sorun.

“Kız güzel ama yine de iyi bir koca bulamamış.” Evet teyze evet.

“Bodrum’a, Çeşme’ye, İstanbul’a, Amsterdam’a, Barcelona’ya, Miami’ye gitmiş ama kimseyi bulamamış öküz.” Suçlu o, değil mi? Çünkü televizyonda gördük (ki o zaman gerçek) oraya gidenler ‘kesin’ buluyor.

Bize yapılan bu çevresel ve görsel bombardımanın bir süre sonra doğrularımız, değerlerimiz haline gelmesini engellemek çok zor. Çünkü;

a)     Bunun üstüne düşünecek zaten zamanımız yok

b)     Bunun aksini söyleyen düşünceler bulacak başka bir kaynak yok

Etrafındaki herkes bir doğruya inanırken buna kayıtsız kalmanın, ya da onların ele geçirici saldırısıyla tek başına savaşmanın zorlukları da cabası. Bu sadece “teslim olmak” da değil… Kendi beklentilerini oluşturamadığın anda toplumun senin için doğru olan beklentilerle o boşluğu doldurmaya her daim hazır olması. Dolayısıyla senin de bu beklentilere uygun yaşamaya başlaman ve dolayısıyla bir süre sonra bu çarka teslim olman… Ama bu topluma göre doğru olan beklentilerin herkes için aynı olması sizde de bir kuşku uyandırmıyor mu?

Her şey olup bittiğinde bir de “toplumsal olarak” başarmış birisinin neden hala daha mutsuz olduğunu anlayamama şaşkınlığımız aslında gereken her şeyi söylüyor. “Abi adamın iyi bir işi var, güzel bir sevgilisi, iyi bir evi, geleceği parlak, sağlığı yerinde… sorunu ne anlamadım ki?”

En son ne zaman gereksiz olduğunu bile bile bir şey yaptınız? Akşam gayr-i iradi seyrettiğiniz yerli diziden veya fazladan yediğiniz bir paket çikolatadan bahsetmiyorum. Benliklerinizin derinliğinde hiçbir anlamı olmadığını hissederek yaptığınız, yapmadan önce ve yaparken size devamlı ‘ben ne yapıyorum’ sorusunu sordurtan ama yine de başkalarının veya kendinizin zorlamasıyla yaptığınız bir olaydan bahsediyorum.

Amcanızın kayınbiraderinin kızını bebek sahibi olduğu için kutlamak için annenizin sizi zorlaması gibi mesela. Veya hiçbir zaman hazzetmemiş olduğunuz ve sizden hazzetmeyen üniversite arkadaşlarınızla buluşmak için diğer arkadaşlarınızın sizi saçmasapan yerlere sürüklemesi, sizin orada mutlak anlamsızlıkla beyninizin beynini kemirme seslerini duyarak saatler geçirmeniz. Eşinizin hiçbir zaman giymeyeceğiniz bir kıyafeti aldırmak için sizi dükkan dükkan dolaştırması. Alakanız olmayan bir komşunun düğününe gitmek, uğradığınız şehirde bir saatliğine de olsa uzak akrabaları ziyaret etmek ya da aramak zorunda kalmak, kaldığınız tatil yerinde bir gün önce tanıştığınız ve bir daha hiç karşılaşmayacağınız kişiyle yolda karşılaştığınız için beş dakika ayak üstünde konuşmak zorunda kalmak veya dükkandan tam çıkmak üzereyken size bir şeyler anlatmaya başlayan satıcıyı sonuna kadar dinlemek.

Sonsuz sonsuz örnek. Akla hayale gelmeyecek, ve akla hayale sığmayacak absürtlükte sonsuz örnek.

Ama en güzeli de sırf ayıp olmasın diye yapılanlar. Çünkü en can sıkıcı olan onlar. Ama küçüklükten itibaren “sırf ayıp olmasın” motivasyonu veya nedeniyle o kadar çok şey yaptırılmış bünyemiz artık bunun yanlış olabileceğine dair hiçbir ihtimal bile bırakmamış bize.

Oysa ayıp ne: “1. Toplumun ahlak kurallarına aykırı olan, utanılacak durum veya davranış  2. Kusur, eksiklik 3. Utanç veren”. Yaptığınız tüm o gereksiz hareketleri yapmamış olsanız toplumun ahlakının (Türkiye’de toplum ahlakı çok kolay bir şekilde bozulabiliyor olsa bile) bozulacağını, bir şeylerin eksik kalmış olacağını ya da utanacağınıza inanıyor musunuz hala?

Bir de yapmanız gerekip de zaman bulamadığınız tüm o diğer şeyleri düşünün. Şu kitabı okumak istiyordum, sinemada şu filme gitmek istiyordum, bu sergiye gitmek istiyordum, o arkadaşı görmek istiyordum, almanca öğrenmek istiyordum, gitar öğrenmek istiyordum, spor yapmak istiyordum… ama zaman bulamadım.

Sizce de asıl ayıp bütün bunları zaman bulamadım yalanının ardına sığınarak yapmamak değil mi? Ben artık zaman bulamadım demek yerine apaçık yalan söylemeyi tercih ediyorum; ya da daha güzeli kendi tembelliğimi, eksikliğimi, eşekliğimi kabul etmek. Gördüğüm, bütün bu hızlanan hayat ve artan sorumluluk koşullarında bile herkesin aslında kullanabileceğinden çok daha fazla zamanının olduğu. Bunu nereden mi görüyorum: Yaptıkları gereksiz şeylere ayırdıkları zamandan.

Belki size kimse söylemez. Bari ben söylemiş olayım. Bir dahaki sefer gereksiz olduğunu düşündüğünüz bir şeyi yaparken benim sesimi duyun (yazımı görün?!?): Arkadaşım şimdi onca güzel, önemli şeyi yapmaya fırsat bulamazken bunu yaparsan ayıp olmaz mı?

Lisedeyken, ortaokuldayken, gençken, deli-kanlıyken kendime-arkadaşlarıma bakıp şöyle şeyler düşünürdüm: Eğer seks yapamamak dolayısıyla seks muadili eforlara ve düşüncelere harcanan vakit, beyin ve enerji başka uğraşlara kanalize olsa nasıl olurdu? Sonra yabancı filmlerde, dizilerde kolayca eşleşerek yolunu bulunan yabancı gençleri ve özellikle doksanlı yıllarda “gelişmişliklerine” gıptayla baktığımız ülkelerini görüp de Türkiye-diğer ülkeler karşılaştırması yaptığımda da kendi kendime gerekçeli kararımı verirdim: Herhalde Türkiye çok daha ileri giderdi, fırlardı, coşardı…(bu nokta herhalde tekrar düşüncelerimi kaybettiğim yere denk geliyor).

Yine düşündüğüm başka bir şey de bu verimli yılları, yine abilerimizin-ablalarımızın haline bakıp önümüzdeki verimli yılların da, büyük kısmını yine bu “ah tam düşünmeye başlamıştım ki ne oldu ben de anlamadım” haliyeti ruhiyeti içerisinde geçirdiğim ve geçireceğimdi. Nitekim çok değil işte birkaç yıl sonrasında; eskiden vız gelip tırıs geçen günlük zihinsel kavrayışların, basit algoritmik-analitik sorunların karşısında her an mallaşabilen ben, o verimli yılların geride kaldığının birinci elden tanığıyım. Yani geçmişteki verimli ben geleceğim konusunda oldukça haklıymışım.

Sadece kendi adıma konuşmak istemiyorum, arkadaşlarımı da kendimle birlikte aşağı götürmek niyetindeyim – öylesi daha az utanç verici; acaba diyorum, sekse kavuşsaydık da yine beyin acaba çoğunlukla seks-ilişki-aşk üçgeninde düşünce üretmekten ileri gidemez miydi? Bunu bilmek artık zor. Belki özgürce sevişerek büyüyen biri bizi aydınlatır.

Neyse ki o zamanlarda; şimdi de geçmişe dönüp geri bildirim yaptığımda neden sevişmenin gerçekleşmediği konusunda da kafa yorma şansım oldu. Malum seks ile ilgili düşüncelerini bitirdiğinde beyin seks ile alakalı düşüncelere de biraz olsun yer açıyordu.

Belli bir yaşlanma, bol film-kitap, ziyadesiyle çok ilişkinin derdini çoğunluk erkek ama nispeten kız perspektifinden de gözlemleme şansı bulduktan sonra vardığım başka bir karar daha var: Erkek’in manipülatif-adanmış-yalvaran-nispeten zavallı etkisi göz ardı edilemeyecek olsa da seks ve ilişkide son tahlilde karar kadınındır (seksi açık açık kullandığım için ilişkinin burada genelde seks diyemeyen insanlar tarafından kullanıldığı sevişme anlamında değil de iki insanın iletişimi ve manevi beraberliği anlamında kullanıldığının anlaşıldığını umuyorum).

Hangi filmde olduğunu hatırlamamakla birlikte, şu espri güzel bir şekilde özetler sanırım: Kadınla ilk randevusuna gelmiş erkek konunun ilk buluşmaların gergin olmasına gelmesi üzerine “ben erkeklerin neden gergin olduğunu biliyorum, çünkü biz bütün gece sonunda seks olacak mı diye düşünüyoruz ve bilinmeze yol alıyoruz, ama kadınların neden gergin olduğunu bilmiyorum; çünkü onlar gecenin sonunda ne olacağını biliyor.”

Belki benim bu karara varmamda yine Türkiye’nin boğucu “çıkmak zor, sevişmek imkansız” kültüründe ezilmiş olmam yatıyordur ve o kadar da doğru değildir.

Ancak kadınların da kafayı ne kadar ilişkilerle ve asla kabul etmeyecekleri kadar seksle bozdukları düşünülürse beyin göçünün sadece erkeklerden olmadığı kesin.

Seksin kolay olduğu bir ülkede olsak değişen ne olurdu? İşte bu apayrı bir yazı, blog, kitap konusu. “Seksin kolay olduğu hayali bir Türkiye geçmişi” üzerine yazılacak bir romanın haklarını hemen burada kendime saklıyorum. Ama gelin neden seksin kolay olmadığı üzerine düşünelim (eğer şu anda hala daha seks düşünmüyorsanız tabii).

Her zaman olduğu gibi bir erkek olarak suçu kadınlara atmama izin verin. Ne ilk ne son olacağı için bu noktanın yazının geri kalanında kaybolacağına güveniyorum.

Türkiye’de gençler özgürce sevişemez, sevişirse gizlemek zorundadır, sevişmek normal değildir. Siyasetin son on yılının göz bebeği kavramı muhafazakarlık Türkiye’de bu konuda bakidir. Yani koruma. Kızını koruma, bekaretini koruma, namusunu koruma, mahalledeki adını koruma. Yani devamlı bir muhafaza hali mevcuttur.

Şimdi gençliğimde doyasıya kullanamadığım beynimin sözde bilimselleşmesine izin vererek soruna kendi bokunu koklamakta olan köpek misali ürkek ama meraklı bir şekilde yaklaşıyorum. Tasmamı çekiştirmeyin.

Sevişmede son karar kadınındır.

Erkek hep hazırdır, en azından öyle olduğunu iddia eder.

Bu durumda Türkiye’de daha çok seksin olmamasının nedeni kadınlardır.

Kadınlar da erkekler gibi/kadar yaratıları gereği cinsel dürtülere sahiptirler, dolayısıyla sevişmek isterler.

Bu durumda kadınlar neden sevişmez?

Kadınların (kızların?) sevişmeme kararını almada bir kişisel faktörler bir de sosyal faktörler olduğunu varsayalım. (Fiziksel bir faktör düşünemiyorum, yani aklıma gelen birkaç bayağı örnek dışında.)

Sosyal faktörler herhalde üstünde daha kolay uzlaşılabilecek olanlardır: Aile baskısı. Çevre baskısı. Bekarete atfedilen önem. Belki, uygun erkeklerin de azlığı.

Bir birey olarak kadının da cinsel dürtüleri olduğunu ve bunu istediğini düşünürsek kişisel olarak sevişmeme kararı almasında fizyolojik değil duygusal nedenler olduğu kanaatine varmalıyız. Varalım. Kendisini duygusal olarak sevişmeye hazır hissetmiyor olabilir. Burada da duralım. Bir kadının nasıl hissettiğini bilmeye gençken sevişmeye ne kadar yakınlaşabildiysem ancak o kadar yakınlaşabildiğim için kadınların sevişmemek için duygusal nedenleri konusunda bundan daha fazla konuşmam katliam olacağı için burada susuyorum.

Ama mantıksal olarak çıkarım yapmaya kalkarsam, şüphesiz ki (çıkarım yapmaya kalktığım anda tüm şüphelerim son buldu) her duygusal, kişisel kararda olduğu gibi aslında sevişmemenin altında yatan kişisel nedenlerin arkasında da sosyal faktörlerin yer aldığını söylemek yersiz olmaz. Yani kadınlar sevişmemeye karar verirken sosyal faktörlerden ve kişisel faktörlerden etkileniyorlar. Ama bu kişisel faktörler de zaten ağırlıklı olarak (bir anda ağırlıklı oldu ama arayı siz yazıverin) sosyal faktörlerden etkileniyor/kaynaklanıyor.

Şimdi bu kadar yazıdan sonra asıl söylemek istediğime yaklaşıyorum. (Aslında yaklaşmadım ama devam etmeniz için böyle yazmak durumundayım.) Yazıyı yazmaya başlarken içimden çıkarmak istediğim, bünyemden atmak istediğim cümleye, düşünceye geleceğiz birazdan. Bu kadar dolaşmaya gerek var mıydı derseniz? Evet, çünkü siz bunu hak ediyorsunuz. Ama aynı zamanda bu noktada itiraf etmek de istiyorum; aşağıdaki düşünceye vardıktan sonra yazının geri kalanını ona göre dizayn ettim. Her şeyi onun için yaptım. Yani bir bakıma düşünce vardı. Sonra oraya sizi üsturuplu bir şekilde getirebilmek için nasıl bu düşünceye ulaşılabileceğinin yollarını aradım. Yani sonunda seks olacağını bildiği için gerçekten bir kıza aşık olan erkek davranışı sergiledim.

Devam edelim. Demek ki ağırlıklı olarak kadınların sevişmesini frenleyenler sosyal faktörler. En azından tartışılamayacak bilimsel yaklaşımımız (oksimoronlar bir fikri her zaman güçlendirir) bizi bu noktaya getirdi.

Peki ne oluyor, nasıl oluyor da bu sosyal faktörler kadınları frene bastırıyor. Çünkü ben gaza basmaları için gençlik yıllarımdaki uzun düşüncelerim sayesinde birçok neden buldum. En başta da şüphesiz tüm sosyal faktörleri ortadan kaldıran “toplumdan gizli sevişme” var. Sakın bu noktada gaza gelip “zavallı Cem, senin haberin yok zaten insanlar gizlice sevişiyorlardı” olayına/yalanına girmeyin. Özellikle lisede, üniversite, nispeten üniversite sonrasında bile; sevişip de bunu anlatmayacak, hadi centilmense de en azından çıtlatmayacak-ima etmeyecek erkek sayısının çok olduğunu iddia etmek durumunda kalmış olursunuz ki, bu komik. Yok biz kızlar kendi aramızda sevişiyorduk sizin haberiniz yoktu diyorsanız ayrı.

Nerede kalmıştık? Cümleye doğru gidiyoruz. Ellerindeki çeşitli olasılıklara rağmen sevişmeyi, bırakın sevişmeyi cinsel atraksiyonlarda bile bulunmayı reddeden, erteleyen, buna direnen kadınların kararının arkasında ne yatıyor?

Bu noktada Türk kızlarını daha iyi anlayabilmek ve ortak ve farklı değerleri kıyaslayabilmek açısından daha önce bahsedilen “nispeten daha rahat sevişen dünya” ve Türkiye’nin de içinde olduğunu baştan beri varsaydığımız “sevişmenin normal olmadığı dünya” adlı iki ayrı grupla karşılaştıralım.

Toplum yapıları ve seksin toplum içindeki yansıması şüphesiz farklı. Misal, bizde evli olan insanların da yaşça büyük bekar insanların da seksi gizlidir. Oysa diğer dünyanın çocukları anneleri, ablaları, amcaları, teyzelerinin sevişmesini büyüyerek izliyor. Açıkçası bu farkları fazla anlatasım yok, eğer bilmiyorsanız gidin öğrenin, gençliğimde yeterince düşünüp dertlendik (burada yine arkadaşlarımı satıyorum).

Ama sevişmeyen dünya ile ortak yapıya bakmakta fayda var. Toplum yapısı, sevişmeye bakış açısı, v.b evet. Daha önemli olan ve sadece “sevişmeyen dünya” ile değil “sevişen dünyanın” sevişmeyen çocuklarında da ortak gözlenebilen nokta ise aile etkisidir.

Malum bizde aile önemlidir. Aslında yurt dışında da önemlidir. O zaman? Bizde ailenin daha önemli zannedilmesinin nedeni “aile” kavramının hayatın çok daha önemli bir noktasına oturtulması ve kişinin oluşturulmasına izin verilmeyen bireyselliğine, kişiliğine aile dışındaki etmenlerin de sokulmasına izin verilmemesi olabilir mi? Biliyorum ilk defa ilginç bir şey söyledim (bkz. Şartlandırma) ve üzerinde çok yazmak gerekir; ama yazsam bu sefer de çok uzun olacak ve okunmayacak.

Madem ısrar ettiniz, sadece bir paragraflığına açalım konuyu o zaman… Sevişen dünyada da Türkiye’de de çocuğu aile büyütüyor ve hayatında oldukça büyük bir yer kaplıyor. Ancak toplum içinde ailelerin nasıl davrandığını gözlemleyerek bile varabileceğiniz çok basit sonuçlar var. Ve evet burada şımartmanın ve devamlı çocuğun peşinden koşmanın ötesinde sonuçlardan bahsediyorum. Bizde daha küçük bebelerden itibaren başlayarak çocuğun etrafının daha sıkı sarılması (etkileşim ve fiziksel olarak), çocuğun aile içinde mutlu/özgür olması-dışarıda limitlenmesi için elden gelenin yapılması, uğruna yapılan fedakarlıkların devamlı olarak hatırlatılarak çocuğun borçlu olduğunun hissettirilmesi, hayatta hayırlı evlat olmaktan daha üst hiçbir mertebe olamayacağının devamlı olarak altının çizilmesi… Bu gözlemler; toplumun da bireysellikten uzak kollektivist bir yapıya sahip olması, bir cemaat-grup’a ait olmanın gereklilik ötesi olarak gösterilmesi ile birleştirildiğinde yukarıdaki önerimi destekleyecek bir cevabın temelleri atılabilir.

Aile etkisinin sevişmeme kararında en önemli etmen olduğunu kanıtlayamadıysak da en azından güçlü bir teori/öneri olarak ortaya koyduğumuz sanısıyla bir adım daha atalım. Nasıl oluyor?

Ama buna gelmeden önce “Ne güzel seks konuşuyorduk neden olay birden bireysellik falan oldu” diyenlerden özür dileyeyim. Dediğim gibi amacım bir düşünceye varmak. Ama demediğim aslında bunun bir düşünce değil, kafamı kurcalayan bir soru olduğu. O yüzden mümkün olduğunca seks/sevişme kelimelerini tekrarlayarak sizi yazıda buraya kadar tuttum.

Toplum zaten ailelerden oluşuyor. Yani az önce sosyal faktörlerde sıralanan oluşumlar aslında ailelerin tekil değer/davranışlarının birleşiminden meydana geliyor. Ama tabii ki her aile birbirine benzer düşünmüyor. Ama her aile içinde yaşadığı toplumdan da doğrudan etkileniyor. Bu durumda ortaya ailenin ya kendi düşüncelerinden (ki bu ailelerin de zaten yine bu toplumda içinde büyüyen fertlerden oluştuğunu da düşünürsek) ya da içinde yaşadığı toplumun etkilerinden, en doğrusu da ikisinin etkleşiminden dolayı oluşturulan “sekse karşı bir duruş” ortaya çıkıyor. (Karşı esprisi doğal olarak oluşmuştur.)

Sonra çok daha evrensel bir durum etkiye giriyor; her aile kızlarının iyiliğini istiyor. Bütün bunların sonucunda da bu toplumun içine salacakları kızlarına direkt olarak demeseler de, ki emin olun sadece çok küçük bir yüzde direkt olarak demiyor, sevişmeden önce iyice düşünmelerini, beklemelerini, çok dikkatli olmalarını, etrafından gelebilecek tepkilere karşı haberli olmalarını öğütlüyorlar/hissettiriyorlar/yönlendiriyorlar.

Araya kısa bir hatırlatma; aslında bunların hepsini “sevişmenin daha kolay olduğu dünyadaki” aileler de yapıyor, ama önemli fark ‘ailenin öneminin’ farklı olması.

Peki Cem Yılmaz’ın son derece bilimsel bir şekilde ortaya koyduğu gibi doğal olarak yalan söylemekte usta olan, ailelerine birçok konuda karşı gelebilen, gerektiğinde hayatlarını gizleyen, içgüdüsel cinsel dürtülerinin etkisi altında olan, Türkiye’de kendisiyle sevişmek isteyen bol erkek seçeneğini bulmakta yurt dışındaki akranlarına göre çok daha az sıkıntı çeken ve her zaman için gizlice sevişme/cinsellik yaşama opsiyonunu elinde bulunduran bu kızları sevişmemeye iten en önemli etken olan aile etkisi nasıl çalışıyor? Sevişmemeyi geçtim herhangi bir atraksiyondan uzak durmaya neden olan aile etkisi nasıl çalışıyor?

Aileler kızlarını o kadar çok seviyor ve kızlar da ailelerini o kadar çok seviyor ki onları üzmemek için mi sevişmiyorlar?

Aileler kızlarının üstünde o kadar etkili ve onları o kadar korkutuyorlar ki bu kızlar sevişemiyorlar mı?

Aileler kızlarını öyle bir ikna ediyorlar ki kızlar da sonunda sevişmemenin gerçekten daha doğru/daha normal olduğu kararına mı varıyor?

Artist artist yazıp da sonunda aydınlatıcı bir bulguyla ortaya çıkacağımı sanmadınız ya? Evet, bu yazıyı sadece bu soru-acabaları sistemimden kusayım diye yazdım. Varsa cevabı, fikri olan beri gelsin.

Not: Ee evladım bir kıza sorsaydın ya direkt diyen arkadaşlara sorarım, sizce onlar biliyor mu? (Yoksa biliyorlar mı?!) İşte buradan sormuş oldum. Zaten herkes cevabı kendine verse bile yeter (yetmez) bana.