Mesajlar Etiketlendi ‘kadın-erkek ilişkisi’

Öncelikle temizliğin “Temiz bir evde yaşamak ve bu temizliğin keyfini sürmek” amacıyla yapıldığını varsayıyorum. Kışın ortasında otobüse atlayıp gidip yazlık evini şöyle bir tozdan geçirip geri dönenlerle, komşunun bıraktığı anahtarı alıp boş daireleri temizlemeye gidenlere söylenecek fazla bir şey yok.

Diyelim ki bir haftalık bir tatile çıkılacak. Bir hafta gibi en düşük süreyi almamın nedeni sonradan da görebileceğiniz gibi yine en mantıklı olanın (bu mantıksız seçenekler içerisinde) kısa süreli tatillerde gitmeden önce temizlik yapılması gerektiği.

Şimdi bir haftada evde olmasan da evde toz oluşur. Değil mi? Hayır diyenler olacak, o yüzden:

Toz neden oluşur? http://www.wisegeek.com/where-does-dust-come-from.htm

Tozun ne kadarı, nereden gelir? http://www.tandfonline.com/doi/abs/10.1080/15320389209383415

Tozun kendisi nedir, ne değildir? http://www.nuveforum.net/1737-genel-kultur-t/72122-toz-nedir-olusur-toz-taneciklerinin-ozelligi/

Yani evdeki tozun %30-40’ı dışarıdan gelen tozdur. Türkiye’de yeşil alanların azlığı, nüfus yoğunluğunun fazlalığı ve havanın daha kirli olduğu düşünülerek bu oranın daha yüksek olduğu varsayılabilir, ancak yine de oranın ne kadar yükseleceği tartışmalıdır.

Ancak kısaca şunu söylemekte yarar var, ev tozunun çoğu ölü insan derisinden gelir. Evi tüm tozdan temizleyip, camları sıkı sıkıya kapatıp evdeki havadaki tozu da görmezden (!) gelseniz bile;

Ve ve ve evi dieylim ki temizlik sonrası 40 dakika içinde terketseniz bile iki kişi eve yaklaşık 2,400,000 ile 3,200,000 ölü insan hücresi bırakmış olacaksınız. Artık o ev tatildeyken tozlanır mı kirlenir mi orasını siz düşünün.

Olacaklar

T+1’de tatile çıkılacak, T+7’de dönülecek.

Şimdi evin aşırı kirli olduğu bir durumu alalım. Dönüşte temizliğin daha kolay olacağı argümanıyla karşılaşacağımı bildiğimden temizlik eforunu da 10 üzerinden değerlendireceğim.

T’de ev aşırı kirli temizledin: 10X temizlik eforu sarf ettin.

Tatilden dönüldü, iki seçenek var. Ev ne kadar sürede bir temizleniyor, genellikle görülen a) bir haftada bir b) iki haftada bir. (Tabii arada yapılan acil-ufak temizlikler (masaya dökülen bir şeyi silme, mutfak tezgahını silme gibi) haricinde).

Bir haftada bir ise, bir hafta boş kalan eve gelen bir hafta bekleyecek mi? Hayır. Ama hemen temizlemediğini üç gün dayandığını varsayalım. Yani T+10. Ve tabii daha kolay bir temizlik olacak değil mi? Diyelim 7X temizlik eforu sarf edilsin. Ondan sonra işler rayına girecek ve T+17’de normale geçiş yapılacak ve 10X temizlik eforlu normal bir temizlik yapılacaktı. Tabii akabindeki temizlik normal bir şekilde cereyan edecek ve T+24’de yapılacak bu durumda;

Tatilden sonraki 17 gün kalınan evde yani; 17 günlük temiz ev için 27X’lik efor sarf edilmiş olacak.

Peki ya tatilden dönüşte temizlik yapılsaydı. 10X temizlik eforu sarf edilecekti ve bir sonraki temizlik T+14’de olacaktı; bu temizliğin bir haftalık temizlik olduğunu ve 10X olduğunu da varsayıyorum. Bu durumda bir sonraki temizlik de T+21’de olacaktı. Tatilden sonraki 14 gün kalınan evde yani; 14 günlük temiz ev için 20X’lik efor sarf edilmiş olacaktı.

İki durumda da normal haftalık temizliğe dönene kadar simülatörü devam ettirdiğim lütfen not edilsin. Bu arada bir haftalık temizlik için temiz gün başına 1,42X temizlik eforu sarf edilmekte (7 gün için 10X) normalde.

Sonuçlar

Tatile gitmeden önce yapılan temizlik, temiz gün başına 1.58X temizlik eforu, (Buna T gününü de katıp 18 güne çıkarsak bile temiz gün başına, 1.50X temizlik eforu)

Tatile gitmeden önce yapılan temizlik, temiz gün başına 1,42X temizlik eforu, yani normal hayattaki temizlik sorunu kadar sorun yapılacaktı.

Tatilden geldikten sonra temizlik yapma gücünü bulamayanlar için tatile gitmeden önce bu gücü nereden bulduklarını sormak gerekir. Ama tatilden geldikten bir gün sonra temizlik yapılması ihtimalinin de kimseyi öldürmeyeceği de varsayılabilirdi tabii. Ama inanıp tatile gitmeden önce temizlik yapılması gerektiğine inanan birisiyle bunları tartışmak istemezsiniz.

Aaa olur mu, tatilden döndükten sonraki temizlik çok kolay olur diyenler için 5X’lik bir eforda bile temiz gün başına temizlik eforunun 1,47X olduğunu söyleyeyim.

Tabii bütün bu hesaplamaları iyi ihtimallerle yaptığım gözden kaçmasın gerçekte olacak olan şudur:

Tatile gitmeden önce temizlik yapacak olan insan döndüğü anda da evi kirli bulup en az 5X’lik bir temizlik yapacak sonra bu temizliğin yeterli olmadığını düşünürek beş gün sonra normal temizliğe geçecektir. Kısaca;

T- 10X, T+7 – 5X, T+12 10X, T+19 10X…T+24 Normale dönüş. Yani 17 gün için 35X ile temiz gün başına 2,05X temizlik eforu. Gerçeğe en yakın ihtimal, üzülerek budur.

Eğer iki haftada bir temizlik yapılıyorsa ve tatilden döndükten üç gün sonra 5X’lik bir temizlik yapılırsa durum:

Tatile gitmeden önce temizlikte T günü ile birlikte 0,78X;

Tatile gitmeden önce temizlik yapılmadığında 0,71X (zaten normali bu, 14 gün 10X efordan).

Daha önemli not:

Evde toz olmasın diye temizlik yapılmasının estetik nedenlerinin ötesinde sağlık açısından nedeni evde ev tozu akarı (house dust mite) oluşumunu engellemektir. Ancak bunu engellemenin ötesine geçen temizlik çabaları nedeniyle gerekli patojenlere maruz kalamadığmızdan dolayı zayıflayan bağışıklık sistemimiz nedeniyle alerjilerin arttığı hatta bunun otizme bile yol açabileceği belirtilmektedir. Bunun bir teori olduğunu belirtmekte fayda var (hygiene_hypothesis) ama tüm bu artan temizlik aletlerine, alerjiye karşı klima ve elektrikli süpürgelere rağmen alerjisi olan sayısının arttığı da unutulmamalıdır. Tabii eskisi gibi doğayla iç içe yaşamıyoruz asıl sorun bu diyenlere bu argüman üzerinden tartışma kapısı açıktır.

http://en.wikipedia.org/wiki/Dust#Domestic_dust_and_humans

http://en.wikipedia.org/wiki/Hygiene_hypothesis

İşbu yazı tatile gitmeden önce temizlik yapmak istemeyen veya kendisi yardım etmiyorsa bile sevgilisinin/eşinin bile buna katlanmasını istemeyen erkeklere dayanak olsun amacıyla yazılmıştır.

Hollanda’nın küçük bir kentinde gece üç. Bu saatte tek açık yer olan kebapçı dükkanına dalıyoruz. Avrupa’da kebapçılar biraz böyle, alkol sonrası kazınan mideyi doyurmak için tek yeterli şey kebap olduğu için mi yoksa ancak sarhoş olduklarında mı sağlıklı yemek alışkanlıklarından vazgeçerek  Avrupa’da yağının hakkını biraz fazlasıyla vererek yapılan kebaba mı yöneliyorlar belli değil.

Ama bir şey kesin ki Hintliler, Çinliler, Meksikalılar; artık Avrupalıların karınlarını bize göre gerçek yemekle doyuran bilimum ne kadar topluluk varsa uyumuya gittiğinde en sona kalan hep bizim Türkler ya da Türk olmasa da kebapçılar.

Asla tam anlamıyla rahat hissedemeyeceğimiz ingilizceden kurtulmanın sevinciyle Türkçe selam vererek giriyoruz. Kebapçı arkadaş da bizi Türkçe ile karşılıyor. “İyi akşamlar, Türk müsünüz?”

Hemen ilk iş olarak karnımızı doyurmamız için gereken kısımlar geçiliyor. Sonra oranın müdavimleri olan ve kebapçı ile her giriş çıkışta yumruk tokuşturan Hollandılaları bizim ilk defa geldiğimiz, belki onları onlarca kez belki her gece geldiği, şehirlerindeki kebapçıda yabancı hissettirecek şekilde hızla samimileşen Türkçe bir muhabbete koyuluyoruz. Onlar çok daha uzun süredir kebapçıyı tanıyor olabilir, onunla yumruk tokuşturuyor-samimi hareketler yapıyor olabilirler, hatta ismini biliyor olabilirler ama iki dakika içerisinde kebapçı arkadaş onlardan şikayet ederken biz de onu destekliyoruz, karşılıklı atıp tutuyoruz. Yine tipik bir Avrupa’da birbirini gören Türk davranışı rutini.

Nereden olduğumu soruyor. İngiltere’de yine küçük bir şehir. Orada da çok Türk olup olmadığını merak ediyor. Karar anı. Girerken “Türk müsünüz?” diye sormuştu. Bir gece önce başka bir kebapçıda arkadaşımı Alman beni İspanyol zanneden kebapçı ile aynı kararsızlığı yaşadığını düşünerek, girişteki soruyu buna yormuştum. Ama başka bir nedeni de olabilir. Kaldı ki önceki geceki kebapçıya “Ooo abi Türk’ü tanıyamayacak kadar uzun süredir burada kalmışsın” şeklinde sarhoş ve yorgun kafanın çıkarabildiği şakayı yaptıktan sonra suratından geçen “Sizin nereniz Türk’e benziyor la” iğrenmesiyle “Sen benim Türk’lüğümü mü sorguluyorsun” siniri de hala daha aklımda.

Ama sonradan 24-25 yaşlarında olduğunu çözdüğümüz kebapçı arkadaş çok daha dost canlısı. Türk müsünüz diye de sordu. Cevap veriyorum, yok pek Türk yok genelde Kürtler var. Doğru bilgi. Yaşadığım şehir Kuzey Irak’tan iki kez mülteci kabul etmiş, pek de Türk yok.

Nasıl yani? Şaşırıyor. Şimdi karşılıklı ürkek halimizdeyiz. Daha önce defalarca kez yaşadığım bir şey. Ne olacak? Anlamaya çalışıyor. Fazla yormuyorum, hızla açıklıyorum. İşte göç almış diyorum. Olan Türkler de bana Türk’üm diyor, yabancı arkadaşlarım gidince Kürt’üm diyor; diyerek açıklamama devam ediyorum. Bana niye öyle deme ihtiyacı hissediyor bilmiyorum diyorum.

Gerçekten öyle Türkçe konuşanlardan asla bana Kürt’üm diyen olmadı. Ama bütün yabancı arkadaşlarıma Kürt olduklarını söylediler. Sonra tekrar karşılaştığım zaman konuşmayı bu konuya getirmedim. Türkçe konuşamayan Kuzey Irak’lı, Suriye’li Kürtlerin de davranışları farklı. Misal sık sık gidip artık samimi olduğum, hatta bana iş teklif eden kebapçı arkadaş bana Suriye’de bir polisi yumrukladığı için kaçmak zorunda kaldığını anlatmıştı. Başka yabancı bir kız arkadaşıma da PKK için savaştığını anlatmış. Başka bir arkadaşa da başka bir hikaye anlattığı için hava atma amaçlı, ya da nabza göre şerbet politikasına göre hareket ettiğini varsayıyorum.

Ama Hollanda’lı kebapçı arkadaşla karşılıklı bir anlayışta olduğumuzu hissediyorum. Valla bak ben de Elazığ’danım, Kürt’üm diyor ilk iş. Birbirimizin sözünü keserek Kürt-Türk, her ne isen onu saklamanın anlamsızlığını birbirimize gece üçte bir kebapçıda ne kadar yapılabilirse o kadar anlatıyoruz. Karşılıklı takımının ne kadar kötü, ama ne kadar kötü, ama daha da kötü oynadığını birbirine ikna etmeye çalışan taraftarlar gibiyiz.

Ona Kürtlerin hepsinin Türkçe konuşamadığını söylemiştim, bu daha Kürtlerin çoğunluğunun Irak’dan geldiğini açıklamadan önceydi. Hızla bunun garip olduğunu kendisinin ve tanıdığı Kürtlerin hepsinin yaşadığı ülkenin ve okulda öğretilen dil olan Türkçe’yi bildiğini söylüyor. Bunu bizim Türkçe bilmeyen Kürtler’e sinirlenen Türkler olmamız ihtimaline karşılık da açıklamış olabilirdi, ama ben öyle hissetmiyorum. Normalin bu olduğunu düşündüğü için öyle açıklıyor, şevkle. Normal böyle olmak zorunda değil diye düşünüyorum ama üstünde durmuyorum.

Konuşma en başındaki neşesiyle devam ediyor. Başta yaşadığımız ürkekliği düşünüyorum. Genelde gördüğüm, Avrupa’da, eğer Türkiye’den gelen bir Türk isen bunu rahatlıkla söyleyebildiğin ama yine de bu ırksal meselenin mümkün olduğunca uzağından geçmeye çalıştığın, çalışıldığı. Karşındaki adam da bu konuya hiç girmiyor. Genelde memleketler sorulduğunda da garip bir bakışma oluyor. Bir anlık bir duraklama ve en iyisinin bu konuya devam etmemek olduğu. Niye bilmiyorum ama neden biliyorum. Her gün gazetede, Türkiye’de sokakta, internette, televizyonlarda bunun nedenlerini çok iyi görebiliyorsun. Ama işte Türkiye’den çıkıp Avrupa’ya gelince – kendinin olmayan bir dilden kurtulup aynı dili konuşmaya başladığında (ki Kürtler için Türkçe ikinci bir dil bile olsa – ki her zaman olmuyor çünkü Türkiye’de Kürtçe öğrenme şansı olan Kürt de az – onun yine de kendi dili olduğunu konuştuğundaki histen anlıyorsun) işler bir anda değişiyor.

Şimdi açığa çıkıp, kabul edilmeyen bu durumu karşılıklı olarak görme şansımız var. O Türkiye’li bir Kürt olduğunu söyleyebilir ben Türkiye’li bir Türk olduğumu söyleyebilirim ve bunu karşılıklı olarak bilip konuşabiliriz. Ama yurttan kalan o sorun, o ürkeklik hala üzerimizde. O anlaşılır ürkeklik.

Konuşmamız tüm samimiyetiyle devam ediyor. Hollanda’ya nasıl geldiğini soruyoruz. Önce abisi gelmiş, bir Alman ‘hanım’ ile evlenmiş. Geyiğimiz normal olarak Hollandalı kadınlar üzerine dönüyor. Arkadaşıma kendisine bir hatun bulmasını salık veriyor, çünkü üzerinde hiç tartışmadan konuşmada kabul edilen bir başka aksiyom da ne yapıp edip bir şekilde Avrupa’da kalınması gerektiği. Tartışılsa aynı sonuca varılır mı bilmiyorum ama Avrupa’da karşılaşan Türkler ile çok büyük çoğunlukla Avrupa’nın daha iyi olduğunu konuşabilir ve yine çok büyük ihtimalle tepki görmezsin, onu biliyorum.

Ben senin gibi üniversitede olsam hiç durmam diyor. Kebapçıda, gerçek anlamda gecesini gündüze katarak çalışırken bu iş zor, kabul etmek lazım. Soruyoruz vatandaş olmadan önce kaç sene evli kalmak lazımmış diye, beş yıl. Vay anasını diyoruz. “Beş sene kadına (karıya diye düzeltiyor sonra konuşmanın ruhuna uygun olarak) dayanacan, ne derse yapacan artık.”

Kendimi sevdirme içgüdüm gece üçte bile çalışır halde; gece üç kebapçı ortamına uygun bir espri yapayım diyorum. Kendimi sevdirmek için zararsız da olacaksa inanmadığım şeyler üzerine bile espri yapabilirim. Tıpkı kadınlarda erkekler hakkında atıp tutmakta olduğu gibi erkeklerde de kendi aralarında kadınlardan şikayet etmek kadar kesin ve garantili sonuç veren başka, bu kadar onaylanan, bir konu başlığı yok. “En azından buralı hatunlar bizimkiler kadar dırdırcı değildir diyorum. Senin abinin hanımı nasıl, sen bilirsin?” Arkadaşımın ne demek istediğimi anladığından eminim. Burayı okuyan erkeklerin, hatta çoğu kadının da ne demek istediğimi çok iyi anlayacağı gibi. Bizim ‘bildiğimiz’ Türk kadınını bizim bilmediğimiz ama tahmin etmediğimiz Avrupa kadınıyla karşılaştırıyorum, klasik-çok bilinen şekliyle.

Ama kebapçı arkadaşın karşılaştırması başka. Önce kendisinin dükkanda olmaktan dolayı çok fazla bilgiye sahip olmadığını kabul ederek ama çeşitli gözlemlerde de bulunduğunu belirterek mütevazi bir şekilde teorisinin arka planını yapıyor önce. “…benim gördüğüm buradaki hatun gezmek istiyor, sen onunla bir şeyler yap, ona bir şeyler al istiyor. Öyle bizde olduğu gibi erkek akşama kadar çalışsın o evde beklesin, sonra eve gelsin beraber yemek yesinler – o anlayış yok.”

Kürt-Türk meselesini çok rahat geçmiştik kebapçı arkadaşla. O Avrupa’da gecesini çalışarak geçirirken biz de gezerek geçiriyorduk ya, şimdi de başka bir fark vardı. Nasıl çıkacaktık bu işin içinden. Yaşayış farkı mı, kültür farkı mı, şehir farkı mı, sınıf farkı mı diyecektik. Arkadaşım konuşmanın daha öncesinde Avrupa’da kalma yöntemlerinden bahsederken yüksek lisans-doktora gibi kavramları sıralayarak son derece eğlenceli konuşmanın temposunu bir kez bozmuş, kebapçı arkadaşı rahatsız bir durumda bırakmıştı. İkimiz de onun ‘bizdeki kadın’ portresine itiraz etmedik artık. Belki anlatmaya üşendiğimizden, belki asıl ‘gerçek farkımızı’ ortaya koyacağından ürktüğümüzden. Hollandalı bir müdavim gelerek muhabbeti böldüğünde bir süre Türkiye’deki kadın tiplemesini düşündüm sessizce. O mu haklı yoksa ben mi?

Tekrar bize dönüyor, müdavimi ‘başından attıktan’ sonra. Benim bir sonraki gün gideceğimi çoktandır biliyor olsa de benim aldığım müşteri hizmeti tartışılmaz daha iyi. Tabii biz de onun bu gece nöbetine, ki haftanın yedi günü her gece olduğunu öğreniyoruz, biraz destek olmak amacıyla lahmacunlarımız bitmiş olsa da orada bekliyoruz bir süre daha.

Ne zaman kapatacaksın hocam? Bugün erken kapatacağım. Saat dört gibi sahuru yapıp kaparım. Gözüm arkadaşıma kayıyor. Teyit amacıyla. Türkiye’de olmayınca ramazanı unutmak ne de kolay. En azından ikimiz de “Allah kabul etsin” yalancılığına yatmıyoruz. Belki ikimizin de aklından uzun yaz gününde zor olup olmadığını sormak geçiyor ama bu konuyu da bırakıyoruz. Ürküyor muyuz?

Güzel muhabbeti sonlandırıyoruz. Şevkle el sıkışıyoruz. Arkadaşa tüm kalbimle sabır ve kolaylık diliyorum ayrılırken.

Gece üçte Hollanda’da bir kebapçıdan çıkıyoruz. Kafam ve karnım dolu olmasa ve saat gecenin üçü olmasa düşünecek çok şey var ama işte…

Acaba sırf karnı tok, sırtı pek, kendi kişisel dertleriyle kafasını doldurduğu ve yapılacaklar için de zaten geç olduğunu düşündüğü için bu tip konulara kafa yormayan insanlarla aynı duruma düşmüş müyümdür?

Lisedeyken, ortaokuldayken, gençken, deli-kanlıyken kendime-arkadaşlarıma bakıp şöyle şeyler düşünürdüm: Eğer seks yapamamak dolayısıyla seks muadili eforlara ve düşüncelere harcanan vakit, beyin ve enerji başka uğraşlara kanalize olsa nasıl olurdu? Sonra yabancı filmlerde, dizilerde kolayca eşleşerek yolunu bulunan yabancı gençleri ve özellikle doksanlı yıllarda “gelişmişliklerine” gıptayla baktığımız ülkelerini görüp de Türkiye-diğer ülkeler karşılaştırması yaptığımda da kendi kendime gerekçeli kararımı verirdim: Herhalde Türkiye çok daha ileri giderdi, fırlardı, coşardı…(bu nokta herhalde tekrar düşüncelerimi kaybettiğim yere denk geliyor).

Yine düşündüğüm başka bir şey de bu verimli yılları, yine abilerimizin-ablalarımızın haline bakıp önümüzdeki verimli yılların da, büyük kısmını yine bu “ah tam düşünmeye başlamıştım ki ne oldu ben de anlamadım” haliyeti ruhiyeti içerisinde geçirdiğim ve geçireceğimdi. Nitekim çok değil işte birkaç yıl sonrasında; eskiden vız gelip tırıs geçen günlük zihinsel kavrayışların, basit algoritmik-analitik sorunların karşısında her an mallaşabilen ben, o verimli yılların geride kaldığının birinci elden tanığıyım. Yani geçmişteki verimli ben geleceğim konusunda oldukça haklıymışım.

Sadece kendi adıma konuşmak istemiyorum, arkadaşlarımı da kendimle birlikte aşağı götürmek niyetindeyim – öylesi daha az utanç verici; acaba diyorum, sekse kavuşsaydık da yine beyin acaba çoğunlukla seks-ilişki-aşk üçgeninde düşünce üretmekten ileri gidemez miydi? Bunu bilmek artık zor. Belki özgürce sevişerek büyüyen biri bizi aydınlatır.

Neyse ki o zamanlarda; şimdi de geçmişe dönüp geri bildirim yaptığımda neden sevişmenin gerçekleşmediği konusunda da kafa yorma şansım oldu. Malum seks ile ilgili düşüncelerini bitirdiğinde beyin seks ile alakalı düşüncelere de biraz olsun yer açıyordu.

Belli bir yaşlanma, bol film-kitap, ziyadesiyle çok ilişkinin derdini çoğunluk erkek ama nispeten kız perspektifinden de gözlemleme şansı bulduktan sonra vardığım başka bir karar daha var: Erkek’in manipülatif-adanmış-yalvaran-nispeten zavallı etkisi göz ardı edilemeyecek olsa da seks ve ilişkide son tahlilde karar kadınındır (seksi açık açık kullandığım için ilişkinin burada genelde seks diyemeyen insanlar tarafından kullanıldığı sevişme anlamında değil de iki insanın iletişimi ve manevi beraberliği anlamında kullanıldığının anlaşıldığını umuyorum).

Hangi filmde olduğunu hatırlamamakla birlikte, şu espri güzel bir şekilde özetler sanırım: Kadınla ilk randevusuna gelmiş erkek konunun ilk buluşmaların gergin olmasına gelmesi üzerine “ben erkeklerin neden gergin olduğunu biliyorum, çünkü biz bütün gece sonunda seks olacak mı diye düşünüyoruz ve bilinmeze yol alıyoruz, ama kadınların neden gergin olduğunu bilmiyorum; çünkü onlar gecenin sonunda ne olacağını biliyor.”

Belki benim bu karara varmamda yine Türkiye’nin boğucu “çıkmak zor, sevişmek imkansız” kültüründe ezilmiş olmam yatıyordur ve o kadar da doğru değildir.

Ancak kadınların da kafayı ne kadar ilişkilerle ve asla kabul etmeyecekleri kadar seksle bozdukları düşünülürse beyin göçünün sadece erkeklerden olmadığı kesin.

Seksin kolay olduğu bir ülkede olsak değişen ne olurdu? İşte bu apayrı bir yazı, blog, kitap konusu. “Seksin kolay olduğu hayali bir Türkiye geçmişi” üzerine yazılacak bir romanın haklarını hemen burada kendime saklıyorum. Ama gelin neden seksin kolay olmadığı üzerine düşünelim (eğer şu anda hala daha seks düşünmüyorsanız tabii).

Her zaman olduğu gibi bir erkek olarak suçu kadınlara atmama izin verin. Ne ilk ne son olacağı için bu noktanın yazının geri kalanında kaybolacağına güveniyorum.

Türkiye’de gençler özgürce sevişemez, sevişirse gizlemek zorundadır, sevişmek normal değildir. Siyasetin son on yılının göz bebeği kavramı muhafazakarlık Türkiye’de bu konuda bakidir. Yani koruma. Kızını koruma, bekaretini koruma, namusunu koruma, mahalledeki adını koruma. Yani devamlı bir muhafaza hali mevcuttur.

Şimdi gençliğimde doyasıya kullanamadığım beynimin sözde bilimselleşmesine izin vererek soruna kendi bokunu koklamakta olan köpek misali ürkek ama meraklı bir şekilde yaklaşıyorum. Tasmamı çekiştirmeyin.

Sevişmede son karar kadınındır.

Erkek hep hazırdır, en azından öyle olduğunu iddia eder.

Bu durumda Türkiye’de daha çok seksin olmamasının nedeni kadınlardır.

Kadınlar da erkekler gibi/kadar yaratıları gereği cinsel dürtülere sahiptirler, dolayısıyla sevişmek isterler.

Bu durumda kadınlar neden sevişmez?

Kadınların (kızların?) sevişmeme kararını almada bir kişisel faktörler bir de sosyal faktörler olduğunu varsayalım. (Fiziksel bir faktör düşünemiyorum, yani aklıma gelen birkaç bayağı örnek dışında.)

Sosyal faktörler herhalde üstünde daha kolay uzlaşılabilecek olanlardır: Aile baskısı. Çevre baskısı. Bekarete atfedilen önem. Belki, uygun erkeklerin de azlığı.

Bir birey olarak kadının da cinsel dürtüleri olduğunu ve bunu istediğini düşünürsek kişisel olarak sevişmeme kararı almasında fizyolojik değil duygusal nedenler olduğu kanaatine varmalıyız. Varalım. Kendisini duygusal olarak sevişmeye hazır hissetmiyor olabilir. Burada da duralım. Bir kadının nasıl hissettiğini bilmeye gençken sevişmeye ne kadar yakınlaşabildiysem ancak o kadar yakınlaşabildiğim için kadınların sevişmemek için duygusal nedenleri konusunda bundan daha fazla konuşmam katliam olacağı için burada susuyorum.

Ama mantıksal olarak çıkarım yapmaya kalkarsam, şüphesiz ki (çıkarım yapmaya kalktığım anda tüm şüphelerim son buldu) her duygusal, kişisel kararda olduğu gibi aslında sevişmemenin altında yatan kişisel nedenlerin arkasında da sosyal faktörlerin yer aldığını söylemek yersiz olmaz. Yani kadınlar sevişmemeye karar verirken sosyal faktörlerden ve kişisel faktörlerden etkileniyorlar. Ama bu kişisel faktörler de zaten ağırlıklı olarak (bir anda ağırlıklı oldu ama arayı siz yazıverin) sosyal faktörlerden etkileniyor/kaynaklanıyor.

Şimdi bu kadar yazıdan sonra asıl söylemek istediğime yaklaşıyorum. (Aslında yaklaşmadım ama devam etmeniz için böyle yazmak durumundayım.) Yazıyı yazmaya başlarken içimden çıkarmak istediğim, bünyemden atmak istediğim cümleye, düşünceye geleceğiz birazdan. Bu kadar dolaşmaya gerek var mıydı derseniz? Evet, çünkü siz bunu hak ediyorsunuz. Ama aynı zamanda bu noktada itiraf etmek de istiyorum; aşağıdaki düşünceye vardıktan sonra yazının geri kalanını ona göre dizayn ettim. Her şeyi onun için yaptım. Yani bir bakıma düşünce vardı. Sonra oraya sizi üsturuplu bir şekilde getirebilmek için nasıl bu düşünceye ulaşılabileceğinin yollarını aradım. Yani sonunda seks olacağını bildiği için gerçekten bir kıza aşık olan erkek davranışı sergiledim.

Devam edelim. Demek ki ağırlıklı olarak kadınların sevişmesini frenleyenler sosyal faktörler. En azından tartışılamayacak bilimsel yaklaşımımız (oksimoronlar bir fikri her zaman güçlendirir) bizi bu noktaya getirdi.

Peki ne oluyor, nasıl oluyor da bu sosyal faktörler kadınları frene bastırıyor. Çünkü ben gaza basmaları için gençlik yıllarımdaki uzun düşüncelerim sayesinde birçok neden buldum. En başta da şüphesiz tüm sosyal faktörleri ortadan kaldıran “toplumdan gizli sevişme” var. Sakın bu noktada gaza gelip “zavallı Cem, senin haberin yok zaten insanlar gizlice sevişiyorlardı” olayına/yalanına girmeyin. Özellikle lisede, üniversite, nispeten üniversite sonrasında bile; sevişip de bunu anlatmayacak, hadi centilmense de en azından çıtlatmayacak-ima etmeyecek erkek sayısının çok olduğunu iddia etmek durumunda kalmış olursunuz ki, bu komik. Yok biz kızlar kendi aramızda sevişiyorduk sizin haberiniz yoktu diyorsanız ayrı.

Nerede kalmıştık? Cümleye doğru gidiyoruz. Ellerindeki çeşitli olasılıklara rağmen sevişmeyi, bırakın sevişmeyi cinsel atraksiyonlarda bile bulunmayı reddeden, erteleyen, buna direnen kadınların kararının arkasında ne yatıyor?

Bu noktada Türk kızlarını daha iyi anlayabilmek ve ortak ve farklı değerleri kıyaslayabilmek açısından daha önce bahsedilen “nispeten daha rahat sevişen dünya” ve Türkiye’nin de içinde olduğunu baştan beri varsaydığımız “sevişmenin normal olmadığı dünya” adlı iki ayrı grupla karşılaştıralım.

Toplum yapıları ve seksin toplum içindeki yansıması şüphesiz farklı. Misal, bizde evli olan insanların da yaşça büyük bekar insanların da seksi gizlidir. Oysa diğer dünyanın çocukları anneleri, ablaları, amcaları, teyzelerinin sevişmesini büyüyerek izliyor. Açıkçası bu farkları fazla anlatasım yok, eğer bilmiyorsanız gidin öğrenin, gençliğimde yeterince düşünüp dertlendik (burada yine arkadaşlarımı satıyorum).

Ama sevişmeyen dünya ile ortak yapıya bakmakta fayda var. Toplum yapısı, sevişmeye bakış açısı, v.b evet. Daha önemli olan ve sadece “sevişmeyen dünya” ile değil “sevişen dünyanın” sevişmeyen çocuklarında da ortak gözlenebilen nokta ise aile etkisidir.

Malum bizde aile önemlidir. Aslında yurt dışında da önemlidir. O zaman? Bizde ailenin daha önemli zannedilmesinin nedeni “aile” kavramının hayatın çok daha önemli bir noktasına oturtulması ve kişinin oluşturulmasına izin verilmeyen bireyselliğine, kişiliğine aile dışındaki etmenlerin de sokulmasına izin verilmemesi olabilir mi? Biliyorum ilk defa ilginç bir şey söyledim (bkz. Şartlandırma) ve üzerinde çok yazmak gerekir; ama yazsam bu sefer de çok uzun olacak ve okunmayacak.

Madem ısrar ettiniz, sadece bir paragraflığına açalım konuyu o zaman… Sevişen dünyada da Türkiye’de de çocuğu aile büyütüyor ve hayatında oldukça büyük bir yer kaplıyor. Ancak toplum içinde ailelerin nasıl davrandığını gözlemleyerek bile varabileceğiniz çok basit sonuçlar var. Ve evet burada şımartmanın ve devamlı çocuğun peşinden koşmanın ötesinde sonuçlardan bahsediyorum. Bizde daha küçük bebelerden itibaren başlayarak çocuğun etrafının daha sıkı sarılması (etkileşim ve fiziksel olarak), çocuğun aile içinde mutlu/özgür olması-dışarıda limitlenmesi için elden gelenin yapılması, uğruna yapılan fedakarlıkların devamlı olarak hatırlatılarak çocuğun borçlu olduğunun hissettirilmesi, hayatta hayırlı evlat olmaktan daha üst hiçbir mertebe olamayacağının devamlı olarak altının çizilmesi… Bu gözlemler; toplumun da bireysellikten uzak kollektivist bir yapıya sahip olması, bir cemaat-grup’a ait olmanın gereklilik ötesi olarak gösterilmesi ile birleştirildiğinde yukarıdaki önerimi destekleyecek bir cevabın temelleri atılabilir.

Aile etkisinin sevişmeme kararında en önemli etmen olduğunu kanıtlayamadıysak da en azından güçlü bir teori/öneri olarak ortaya koyduğumuz sanısıyla bir adım daha atalım. Nasıl oluyor?

Ama buna gelmeden önce “Ne güzel seks konuşuyorduk neden olay birden bireysellik falan oldu” diyenlerden özür dileyeyim. Dediğim gibi amacım bir düşünceye varmak. Ama demediğim aslında bunun bir düşünce değil, kafamı kurcalayan bir soru olduğu. O yüzden mümkün olduğunca seks/sevişme kelimelerini tekrarlayarak sizi yazıda buraya kadar tuttum.

Toplum zaten ailelerden oluşuyor. Yani az önce sosyal faktörlerde sıralanan oluşumlar aslında ailelerin tekil değer/davranışlarının birleşiminden meydana geliyor. Ama tabii ki her aile birbirine benzer düşünmüyor. Ama her aile içinde yaşadığı toplumdan da doğrudan etkileniyor. Bu durumda ortaya ailenin ya kendi düşüncelerinden (ki bu ailelerin de zaten yine bu toplumda içinde büyüyen fertlerden oluştuğunu da düşünürsek) ya da içinde yaşadığı toplumun etkilerinden, en doğrusu da ikisinin etkleşiminden dolayı oluşturulan “sekse karşı bir duruş” ortaya çıkıyor. (Karşı esprisi doğal olarak oluşmuştur.)

Sonra çok daha evrensel bir durum etkiye giriyor; her aile kızlarının iyiliğini istiyor. Bütün bunların sonucunda da bu toplumun içine salacakları kızlarına direkt olarak demeseler de, ki emin olun sadece çok küçük bir yüzde direkt olarak demiyor, sevişmeden önce iyice düşünmelerini, beklemelerini, çok dikkatli olmalarını, etrafından gelebilecek tepkilere karşı haberli olmalarını öğütlüyorlar/hissettiriyorlar/yönlendiriyorlar.

Araya kısa bir hatırlatma; aslında bunların hepsini “sevişmenin daha kolay olduğu dünyadaki” aileler de yapıyor, ama önemli fark ‘ailenin öneminin’ farklı olması.

Peki Cem Yılmaz’ın son derece bilimsel bir şekilde ortaya koyduğu gibi doğal olarak yalan söylemekte usta olan, ailelerine birçok konuda karşı gelebilen, gerektiğinde hayatlarını gizleyen, içgüdüsel cinsel dürtülerinin etkisi altında olan, Türkiye’de kendisiyle sevişmek isteyen bol erkek seçeneğini bulmakta yurt dışındaki akranlarına göre çok daha az sıkıntı çeken ve her zaman için gizlice sevişme/cinsellik yaşama opsiyonunu elinde bulunduran bu kızları sevişmemeye iten en önemli etken olan aile etkisi nasıl çalışıyor? Sevişmemeyi geçtim herhangi bir atraksiyondan uzak durmaya neden olan aile etkisi nasıl çalışıyor?

Aileler kızlarını o kadar çok seviyor ve kızlar da ailelerini o kadar çok seviyor ki onları üzmemek için mi sevişmiyorlar?

Aileler kızlarının üstünde o kadar etkili ve onları o kadar korkutuyorlar ki bu kızlar sevişemiyorlar mı?

Aileler kızlarını öyle bir ikna ediyorlar ki kızlar da sonunda sevişmemenin gerçekten daha doğru/daha normal olduğu kararına mı varıyor?

Artist artist yazıp da sonunda aydınlatıcı bir bulguyla ortaya çıkacağımı sanmadınız ya? Evet, bu yazıyı sadece bu soru-acabaları sistemimden kusayım diye yazdım. Varsa cevabı, fikri olan beri gelsin.

Not: Ee evladım bir kıza sorsaydın ya direkt diyen arkadaşlara sorarım, sizce onlar biliyor mu? (Yoksa biliyorlar mı?!) İşte buradan sormuş oldum. Zaten herkes cevabı kendine verse bile yeter (yetmez) bana.

 

Neden alkol kullandığımı hiç sorgulamadım. Misal hayatımda sadece bir kere sigara içtim, o da daha geçen sene birisi ben daha ne olduğunu fark etmeden ağzıma koydu, ben de eh artık zamanı gelmişti deyip bir nefes çektim. Budur.

Ama alkolü sigara gibi sorgulamadım. Ortaokul mu lise mi hatırlamıyorum bile, ilk fırsatta denedim. Tadı hoşuma gitmedi, etkisi fena değildi, muhabbeti daha hoştu. Birçok insandan tadını sevmediğim için içmiyorum diye duydum sonradan, şaşırdım.

Sonra alkollü ortamlarda birçok insan tanıdım. Ya da tanıdığım insanları alkollüyken tanıma fırsatı buldum. Alkollüyken insanların nasıl gevşediğini, nasıl açıldığını, nasıl normalleştiğini ve en önemlisi nasıl bana kendilerini gösterdiklerini gördüm. Bunda utanılacak bir şey yoktu, ben de alkol içtim kendimi gösterdim, rahatladım.Hep kendimi kendime saklamamın bir anlamı yoktu. Onlar beni görünce ben de onlarda kendimi gördüm. Kendimi de tanıma şansı buldum.

Kendimin de koca bünyemin elverdiği etkide alkolden etkilendiğinde daha ilginç biri olduğunu görmedim değil. İlginç olaylara gebe olduğu kesin. Yüzlerce alkollü oluşuma katıldıktan sonra; şöyle bir izlenim sahibi oldum: Alkol ortamı güzelleştirir, gergin olanları çözer, muhabbeti açar – sınırlı konulardan sıkıcı tekrarlardan çıkmasını sağlar. Aklı başında insanla içersen bir zararı da olmaz. Aklı başında olmayan adamın alkol almadığında da neler yaptığını görünce zaten bu kısım hesaba bile katılmaz.

Kullanmayanıyla da alkolsüz ortamlarda da en az alkollüsünde olduğu kadar güzel anı yaptım. İkisinde de çok güzel insanlar tanıdım. Pek düşünmedim. Ben alkol içmiyorum diyen insanlara bir saniyeliğine şaşırıp devam ettim.

Garip yerlerde yetişmiş olmalıyım ki sadece bir kaç kez neden alkol kullanıyorsun, zararlı-tehlikeli-kontrolünü kaybetmene yol açar diyenine denk geldim. Cevaplamaya çalıştım. Bazen karşıdakine kendisinin yapmakta olduğu yüzlerce zararı hatırlattım, bazen neden bu kadar güzel olduğunu, bazen de kontrolün asla kaybedilemeyeceğini onun kaybettiğini zannettiğinin ‘her şeyi kontrol edebildiğimiz yanılgısı’ olduğunu söyledim.

Arada bir ben de dayanamadım “Neden kullanmıyorsun ki?” diye sordum. Sonuçta merak ettim. Ben kullanıyorum o kullanmıyor, neden ola ki dedim. İlginç cevaplar aldım. Midesi bulanandan, dini sebeplere, beni çarpıyordan, saçma sapan davranıyoruma, kontrolün hep bende olmasını istiyorumdan, alkol alırsam yapacaklarımdan korkuyoruma kadar bir sürü sebep duydum. İstisnasız hepsine hak verdim.

Şimdi gazetede okuyorum ki Türkiye’de her 100 kadından 3’ü alkol kullanıyormuş, 3’ü de arada bir kullanıyormuş ya da bir dönem kullanmış.

Kafamda canlandırdım alkol kullanan kadın, alkol kullanmayan kadın. Kullanmayanlara bildiğim nedenleri verdim, hayal ettim. Yanıma koydum. Yanında alkol içtim. O içmedi. Diğeri içti. Bilemedim.

Bir insan birlikte olacağı insanın alkol kullanıp kullanmamasına göre karar verir mi? Garip geliyor değil mi? Sığ sanki. Bir insan alkol alıp almamasına göre değerlendirilmemeli. Değerlendirilmez de zaten.

Ee ama birlikte olacağımız insanı aslında değerlendirmememiz gereken o kadar çok şeye göre değerlendiriyoruz ya. Dinlediği müzik, dini, oy verdiği parti, eğitimi, şehri, arkadaşları, çevresi, işi, parası, ailesi, saç rengi, boyu, kilosu, hastalıkları, engelleri, eski sevgilileri, konuşması, ses tonu… Ya alkol de bunlardan biriyse?

Eğer öyle zaten diyorsan, başla hesaba;

Türkiye’nin yarısı kadın olsa böl sekseni ikiye.

Belli yaş aralıklarını çıkar, artık kendi zevkine, yaşına göre. E bir de yasalara göre bir zahmet.

Evlenmişleri, başkalarıyla birlikte olanları çıkar. Akrabaları da çıkar diye tavsiye ederim.

En sonunda bu rakamı da yüze böl altı ile çarp.

Eh, bundan sonra varsa kendi kriterlerin ekle tabii.

Ne kaldı?

Aynı habere göre de 100 erkekten 19’u kullanıyormuş, 17’si de arada bir. Kadınlar da aynı soruyu sorar. Bir de üstüne ekle kocası/erkek arkadaşı içmiyor bu yanında içiyorcuları. Bir de ekle; ben içmiyorum senin de içmeni istemiyorumcuları. Belki daha zor.

Belki bir dahaki sefere alkol içen birine denk gelirsen, başka bir gözle bakarsın. Daha bir sevgiyle, hoşgörüyle. İlgiyle.

Eğer alkol içmiyorsan ve de içmeyeni arıyorsan da, tebrikler doğru ülkedesin. En azından istatistiki olarak…