‘Medya-Okunanlar-Görünenler’ Kategorisi için Arşiv

Olimpiyatlar: Bir ülkeye ait sporcuların (ya da o ülkeye para ve diğer yollarla devşirilmiş olsa da o ülkenin bayrağını taşıyan formaları giyen sporcuların) başka ülkelere ait sporcularla dostluk, kardeşlik, barış duyguları içerisinde, ama birçok çok uluslu firmanın sponsorluğu ve tanıtımı eşliğinde kıyasıya rekabet edip diğerlerini yenip, geçip, ezip podyuma ve podyumun bir üst basamağına çıkarak kendi ülke bayraklarını diğerlerinin üzerinde yükseltmesi ve kendi marşını zorla dinletmesi organizasyonu. Sonunda da özet olarak hangi ülkelerin daha çok madalya kazandığı ve diğerlerini daha çok yendiğinin hatırlanıldığı köklü bir gelenek.

Her şey nasıl oldu da denk getirdiysem Türk Havayolları uçağına tam olimpiyatlar döneminde bilet almamla başladı. (daha…)

Medyayı anlamaya çalışanlar uzun bir süre (soğuk savaş döneminde dönüp geriye baktıklarında, soğuk savaşın son döneminde ve çok sonrasında bile) bu konuyu Noam Chomsky ve Edward S. Herman’ın bir nevi klasik sayılan Manufacturing Consent (1988) (türkçeye direkt olarak Medya Halka Nasıl Evet Dedirtir diye çevrilmiş) kitabındaki fikirlere yüz çevirdi. Aslında bunlar artık o kadar bilinir hale geldi ki günümüz ortalama dikkatli okurları da “Propoganda Modeli” olarak adlandırılan bu model içerisindeki öğelerle analizlerini yapmaya devam etmekteler. Bu model medyanın hükümetten nasıl etkilendiğini açıklamada kullanılır. Hala geçerli olanları: (daha…)

Yapmayayım diyorum. Olayı basitleştirmeyeyim diyorum. Düşünmediğim şeylerin anlaşılmasına yol açacak şeyler yazmayayım. Ama insanın aklına geliyor, ister istemez, birçok insanın aklına geliyor. Zaten herkesin aklına gelen bir şeyi neden yazıyorum diye de düşünüyorum. Belki ben bir yere çıkarım diye umuyorum. Birilerinin artık bir yere çıkması gerektiği kesin…

Bir gün şu başlıkları da görecek miyiz acaba Türkiye’de?

Başını örttüğü için kıyafetleri parçalandı

Oruç sırasında lokantasını kapadığı için camları taşlandı

Neden olmasın? Şort giydiği için otobüste kadın tartaklayan adam ile, Londra’da dükkanlarını sopayla kendi savunduğu için Türklükle gururlanmasına rağmen ona ses çıkarmayan otobüsteki diğer insanlar ile bu dediğim başlıkları gerçek yapabilecek insanlar hepsi bir arada, yan yana yaşamıyor mu bu ülkede?

Dediğim gibi dikkatli gidiyorum. Birileri gaza gelip sözlerimden anlam çarpıtmasın diye yavaş ilerliyorum.

Bu üstte yazılanlar da bu ülkede olurdu, ortam ona uygun olsa o olurdu. Ama olmuyor. Olmaz da herhalde. Türkiye Müslümanların başına bunların geleceği bir ülke değil. Hani derler ya, %99’u Müslüman bir ülke. Rakam düşse de bu böyle. Çünkü buradaki 99 nüfus oranı değil etki oranı diye düşünüyorum ben hep. Türkiye’de bunları yapması beklenen kesimdeki insanlar da genel olarak böyle değiller. Arada belki bir iki kırıkkafalı vardı. Benim vardı türbanlı birini görünce laf atan bir tanıdığım misal.

Komik olan aynı şeyin Müslümanlar için de geçerli olması. Komikliği benim bunu da buraya yazmamı gerektiren Türkiye’deki paranoyak durum. Ama işte herhalde bu bir iki kırıkkafadan fazlası var. Neden? Çünkü daha fazla Müslüman var, aynı yüzdeden sen hesapla.

Küçükken bir roman okumuştum. Halil İbrahim Balkaş – Yedi İklimin Çocukları. Birileri bir bomba atıyor, ne olursa oluyor dünyadaki bütün büyükler ölüyor çocuklar tek başına kalıyordu. Sonra Almanya’da sanırım, yaşına (13-14) göre büyük bir çocuk, yanındaki iki çocukla bir kafeye girip diğer çocuklara saldırıyordu. Sonra çocuklar büyükler gittikten sonra ilk defa bir mahkeme kuruyorlardı. Bu büyük çocuğu herkes büyüyüp de kendisinden dayak yemeyeceği bir hale gelinceye kadar hapiste tutma kararı alıyorlardı, belli bir yılı var mıydı hatırlamıyorum. Ama asıl cezayı yanında olup da buna ses çıkarmayanlara, onu sessizce destekleyenlere veriyorlardı.

Çocuk kitaplarının böyle güzel yanları oluyor, mesajı direk veriyor.

Ben diyorum ki artık bu yazıları, haberleri okuduğunda sadece “gerçek bir Müslüman bunu yapmaz diyenciler” artık başka bir şey deseler diyorum. “Bunu yapan Müslüman olamaz diyenciler” de onlara katılsa.

Misal İslami fıkıh yazarı da olsa Hayrettin Karaman Müslümanların Türkiye’de yaşamaları gereken şekli/yaşamlarını tahammül olarak adlandırınca buna tahammül gösterilmese?

Ama bence en büyük sorun, en büyük yüzsüzlük; Müslümanım deyip de bu tip olaylara hiç yorum yapmayanlar. Kendini Müslüman addedenlerin yaptığı hiçbir şeye alınmayanlar, İslamla ilgili teknik tartışmaların hiçbirinde taraf olmayanlar, herkese tahammül gösterenler, neredeyse etliye sütlüye karışmadan yaşayanlar. Sorunca Müslümanım diyenler. Ama bunun dışında hiç Müslüman olmayanlar. Namazını kılıp kılmamasından, orucunu tutup tutmamasından bahsetmiyorum. Zaten inancının gerçek olup olmamasından (ve bunun ölçülebilirliğinden) hiç bahsetmiyorum. Bahsettiğim gerçekten Müslüman olup, Müslüman gibi yaşayıp, Müslüman gibi hisseden ama Türkiye’de bu olanlarla ilgili, İslam’la ilgili, Müslüman olmayanlarla ilgili, dini doğrular ile ilgili hiç ama hiç yorum yapmayanlar. Yapınca da en kısasından kesenler. En kolayından gidenler. Hele bir de bunu herkes kendi dinini yaşamalı; din Allah ile kişi arasındadır ben başkasının inancına karışmam diyerek savunmaya kalkanlar.

İşte ben en çok onlardan korkuyorum.

Bu insanın inancı bana kendi ile Allah arasında değil de kendi ile kendi arasındaymış gibi geliyor. Yoksa hangi insan, hangi Müslüman başka bir insanın hayatı tehlikedeyken bunu görmezden gelebilir.

İşte yapmayayım dedim ama yine bildiğimiz zulme, haksızlığa ses çıkarmayan Müslüman olamaz metaforuna gelip sıkıştım değil mi?

Günümüzdeki Müslümanlık kavramının ortaya çıkardığı kötü durumlarla savaşabilmek için yine sadece Müslümanlığı kullanabilmemizden kaynaklanıyor herhalde bu durum da.

Başka bir şey kullanacak olsam ne derdim ki? Bir gün gelir de bu yakarış işe yaramazsa insanlar ne kullanacak? Baştaki başlıklara mı döneceğiz. 30lardaki 50lerdeki gibi, yabancı gayrimüslimlerden sonra Türk gayrimüslimler de mi ülkeden atılacak. Kimin gayrimüslim olup olmadığını kim belirleyecek?

Ya da bu kötü durumlara karşı verilen savaş biter mi acaba bir gün? Misal gayrimüslim olanlar bugün yaşadıklarından sadece son bir adım daha atıp son noktaya taşısalar ve Katar’ı, Lübnan’ı ziyaret eden bir turistmiş gibi yaşamayı kabul etseler? Edebilirler mi? İnsan ülkesinde turist gibi yaşayabilir mi?

Ya da giderler mi? Onlar giderse Müslüman anne babaları, çocukları, sevgilileri, arkadaşları ne yapar? Sevdiklerinin çoğu giderse onlar da Müslümanlığı mı bırakır? Yoksa sevdikleri ile bir arada Müslüman olarak yaşayabileceği bir yere mi gider?

Son bir muhtemel yanlış anlaşılmayı önlemek için, daha önce de yazdığım bir şey; Türkiye bu noktaya yeni gelmedi, ya da birileri Türkiye’yi bu noktaya getirmedi. Türkiye hep bu noktadaydı.

Ve yapmayayım diyorum, basitleştirmeyeyim diyorum ama sanırım nedenini de biliyorum: Hani az önce bahsettiğim Müslümanlar vardı ya, hani gerçekten Müslüman olup da hiçbir şeye karışmayanlar; işte onlara bir de gerçekten Müslüman olmayıp Müslüman geçinip hiçbir şeye karışmayanları bir de Müslüman olmayıp da hiçbir şeye karışmayanları ekle. İşte asıl suçlu onlar.

Türkiye’nin %99’u da onlar.

Bir gün gelir de Müslüman olmayanların başına kötü bir şey gelirse suçlusu bunlardır.

Bir gün gelir de Müslümanların başına kötü bir şey gelirse suçlusu bunlardır.

Ama başına kesinlikle hiçbir şey gelmeyecek olan da bunlardır.

Görünce böyle birini, iyi biri zannetmeyin. Kimseye zararı yok diye düşünmeyin. Apolitik veya tarafsız veya objektif veya kendi halinde diye düşünmeyin. Yaptıkları için başlarına bir şey gelmemesine izin vermeyin.

Türkiye’nin yüzde 99’una karşı mı gelelim Cem? Onların kötü olduğunu mu düşünelim yani?

Eğer kötülerse… başka ne diyeceksin ki?

Yine insanlar öldürüldü. Hepsi genç, hepsi normal insanlar. Normal çünkü onlar da ölmek istemezdi, normal çünkü onlar da yaşamayı hak ediyordu. Normali bu…

Fotoğraflarına bakıyorsun ve diyorsun ki bunları sokakta görüyorum ben, biri bir arkadaşıma benziyor, biri bana benziyor… Ama fotoğrafların bakar, haberleri izlersen… İçim kararıyor, dayanamıyorum deyip kanalı değiştirir, sayfayı çevirirsen, başka haberi tıklarsan artık görmüyorsun.

Şehit haberlerinin ne yazık ki Kemal Sunal filmleriyle ortak bir yanı var. Her ikisini de onlarca kez görmemiş Türk genci bulmak zordur. Belki bu yeni nesil daha az Kemal Sunal filmi ve daha az şehit haberiyle büyüyecek ama ne çare.

Her tekrarlanan olay gibi şehit haberlerinin de etkisi her seferinde azalır. Ölen insanların fotoğrafını taşıyan küçük çocukları, alışılagelmiş tepkiler, tanıdık tabut başında ağlamalar, “vatan sağolsunlar”, “bir evladım olsa onu da yollarım”; hepsi çok sıradan gelmeye başlar.

O yüzden gazeteler-televizyonlar haberleri daha kısa, daha net verir. Sen de daha az izler, daha az ilgi gösterirsin. Benim gibi utanırsın, kabullenmek istemezsin ama bu böyle olur. Hatta şöyle düşünmeden edemezsin: “Kadının oğlu ölmüş ne diyor, benim oğlum ölse…”

Ancak bütün bu yabancılaşma burada bitmez. Aslında her insan-asker öldüğünde onun yası, o gerçekte çok da kişisel olan ancak bizim de bir nedene bağlı olmayan suçluluğumuzdan dolayı hissetmeye çalıştığıız dram çok kısa sürer. Geriye algılar, demeçler, politikalar kalır. Haberlerin çoğu da bunlarla ilgili çıkar. Ve her ölen askerin Türkiye’ye neler getireceği konusu da asıl burada başlar. Yeni bir asker ölecek mi mesela? Bu senin şehit erin, ananın dramını paylaşıp paylaşmamanla alakasızdır. Asıl sorun-yanıt takibindeki haberlerdedir.

Bugün de bu ölen insanlar konusu “geçiştirildikten” sonra ortaya belli başlı bir kaç sonuç çıkacak. Ama burada eskiye göre şaşırtıcı değişimler de var.

İlk olarak geleneksel olarak “teröre tepki verilecek”, “boyun eğilmeyecek”. Aslında en güzelini İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin söylemiş ondan alıntılayalım:

“Yangın, ya ateşle çıkar, ya bombayla çıkar, ya roketle çıkar, ya benzinle çıkar. Netice itibariyle yanmıştır, yakılmıştır. Sebebini araştırmak, sebebini söylemek bir şey ifade etmiyor… Bugün her şeyden önce sağduyu günü, basiretli olma günü. Ama sadece bugün değil, her gün böyle olmak gerekiyor. Ama bir şey daha gerekiyor. Türkiye’nin büyümesine engel olmak istemekte direnenleri, artık iyice fark etmemiz gerekiyor. Vurmak için yola çıkmışlara ‘dur’ demek yerine başka bir şey geliştirmek gerekiyor. Niyetini bozmuşlara iyi niyetle yaklaşmanın yanlış olduğunu görmemiz gerekiyor. Tüm bunlar görülecek.”

Bu geçmişte sıkça tekrarlanan bir tepkidir. Hatta standart “devlet tepkisidir” diyebiliriz. Ama artık bu standart tepkinin yanında başka düşünceler de haber yapılmaya başlandı.

Son bir – bir buçuk yıldır Abdullah Öcalan ile ilgili gazete ve köşe yazarlarının tanım biçimi değişmeye başladı. Yapılan haberler de çok önemli bir biçimde değişti. Devletin Abdullah Öcalan ile görüştüğünü söylemek malumun ilanı şeklinde yapılır oldu. Yani bırakın yeni bir haber olmasını çoktandır bilinen bir durum olarak değerlendiriliyor.

İşte bu konudaki son haber de şuydu, alt başlığıyla aktarmak gerekirse: “PKK lideri Abdullah Öcalan, Türk yetkililerle görüşme yaptığını ve 15 Temmuz tarihinin kendisi için bir hükmü kalmadığını söyleyerek, son görüşmesin Barış Konseyi’nin kurulması için mutabakata vardıklarını belirtti.”

Ardından önce iki asker ve bir sivilin kaçırılması haberi, sonrasında da son şehit haberleri geldi. Şehit haberleriyle aynı günde, ama şehit haberlerinden önce yazılmış olduğu belli olan Oray Eğin’in ‘Ya Öcalan artık PKK lideri değilse’ köşe yazısı dikkate değer. Dikkate değer olmasının nedeni çok önemli şeyler söylüyor olması değil. İlginç bir şekilde Oray Eğin önümüzdeki günlerde sıkça göreceğimizi tahmin ettiğim bir diskuru oluşturmuş: PKK’nın Abdullah Öcalan’ın güdümünden artık çıkmış olduğu. Gerçi ilk söyleyen o değil ama olsun.

Peki neden Abdullah Öcalan’ın BDP’ye meclise girin çağrısı ve barış konseyi kuruldu 15 Temmuz’un bir anlamı kalmadı dediği günlerde bu yeni oluşum meydana çıktı? İki şık var:

1)     PKK gerçekten de, ve bir nebze BDP (bkz. Cengiz Çandar’ın yine aynı gün/yine terör olaylarından önce yazdığı BDP için ‘Diklendi ve dik duruyor’ yazısı) artık Abdullah Öcalan’la alakasızdır, başka güçler tarafından yönetilmektedir

2)     Bu kavram, doğru olmasa da, birilerinin işine gelecektir – o yüzden oluşturulmuştur

Burada başka ilginç bir oluşum ortaya çıkıyor. Bir iki yıl öncesine kadar, sadece anti-militarist (daha doğrusu anti-ordu) duruşu diğer her duruşundan (örnek: eski pro-akp duruşu) daha güçlü olan Taraf gazetesinin taşıyabileceği iddiaları, artık tüm gazetelerde görmek mümkün.

En az şehit haberleri kadar, belki daha çok.

PKK’ya yakın bir haber ajansının haberlerini/iddialarını gazeteler neden sayfalarına taşırlar? Ya da daha doğrusu taşımaya başlamışlardır? Çünkü bu iddialar yeni değildir. Özellikle 90lı yıllarda köyler boşaltılırken bunun gibi yüzlerce iddia ortaya atılmıştır. O zaman neden ilk defa bu şekilde görülmeyi tercih etmişlerdir.

Neden ana akım gazeteler; Hürriyet’ten Zaman gazetesine kadar; bu tip iddiaları sayfalarına taşıma kararı almıştır? Ne değişmiştir?

Türkiye’de her şeyin komplo ile açıklanmasına alışkınız ve yukarıdaki iki noktanın birleştirilmesinin güzel bir komplo olacağının farkındayım: Yani a) PKK/Abdullah Öcalan ile görüşmeler iyi giderken bir olay yaratıldı b) Bu olayın nasıl yorumlanacağına dair zemin hazırlandı. Böylece terörle savaş durumunun devam edilmesi için zemin hazırlandı.

Ancak üçüncü noktayı (gazetelerin Fırat Haber Ajansı iddialarını buraya taşımaları) bu denkleme koyunca bu sefer komplo tam yön de değiştirebilir. Bunların bir ordu komplosu olduğuna dair sanrıları kuvvetlendirip PKK/Abdullah Öcalan ile görüşmelerin elini güçlendirmek.

Ya da aynı noktalardan yola çıkılarak yüzlerce değişik komplo teorisi ortaya atılacak ve bunlar da oluşturdukları heyecanlar ve sonuçlarının desteklendiği/istenilmediği ölçüde tartışılacaklardı.

Sorun şu ki, ne dünyada ne de Türkiye’de tek ve güçlü bir komplo mevcut. Farklı taraflar, farklı tepkiler ve farklı istekler var.

Ama bir saniye durun, ölen insanlardan ve haberlerinden çıkarak nereye geldiğimin farkında mısınız?

Bütün bunları söylememin nedeni de tek bir ana sonuca gelmek. Bütün bu oluşumlar/politikalar/iddialar/haberler arasında değişmeyen ve emin olabileceğimiz tek gerçek 13 askerin şehit olmuş olmasıdır.

Ve ölen her asker Türkiye’ye barış, güvenlik getirmek yerine yukarıda sayılan oluşumları getirmektedir. Komplo, daha çok ölüm, kin, nefret…

Ben kendi adıma artık her çatışmada birilerinin öldüğünü duyduğumda herkesten şüphelenmeye, söylediklerine kuşkuyla yaklaşmaya başlıyorum başlıyorum. Hem PKK’dan hem başka terörist oluşumlardan hem ordudan hem devletten, hem de bilimum başka aktörlerden. Bu sağlıklı bir durum değil. Bir ülke askerini kaybettiğinde; bu askerin neden bu savaşta olup olmadığını tartışmalıdır (bkz. Amerikalıların İngilizlerin Irak ve Afganistan’da ölen askerlerinin neden orada olduklarını tartışması) ama bu askerin neden, nasıl ve kim tarafından öldürüldüğünü tartışmaması gerekir.

Ama en önemlisi insanların ölmesi durdurulmalıdır.

Ve bu durum, bu çeşit şehit haberleri ve takip haberleriyle mümkün değildir.

Yeni şehitler istemiyorsak – belki de en başta şehit haberlerinin de artık değişmesi gerekir. Belki şu haberleri hiç görmemeliyiz:

“Şehitin baba ocağında yas”

“6 aylık bebeği babasız kaldı”

“Babası oğlunun şehit olduğunu hissetmiş”

“Son kez üç gün önce telefonda konuşmuşlar: Hakkınızı helal edin demiş”

İlk defa yıllar önce şans eseri bir şehit haberini izlerken (şans eseri çünkü tüm şehit haberlerini izlemiyorum) farklı bir yakarış duymuştum. Ölen askerin annesi oğlunun arkasından yas tutuyor, ama oğlunun neden şehit olduğunu sorguluyor, hakkını helal etmiyordu. Şaşırmıştım. İlk defa duyuyordum. Yukarıda dediğim gibi çok defa düşünmüştüm, ama ilk defa duymuştum. Ondan sonra bunun ara sıra tekrarlandığını gördüm. Ama hep azınlıkta kalacak şekilde.

Daha önce şehit anneleri bunları söylüyordu da biz mi duymuyorduk, yoksa ilk defa mı söylenmeye başlamıştı bunu bilemiyorum. Ve bunun bilinmemesi de çok rahatsız edici.

Bir de ölen insanların şehitlik mertebesi konusu var. Ki ben de tüm yazım boyunca şehit kelimesini kullandım. Oysa;

a)     Eğer şehitlik İslami bir kavramsa (ki öyle olmasa da çoğunlukça öyle anlaşılır ve her şey en yaygın şekilde anlaşıldığı anlamda kullanılır, doğru olmasa bile): Laikliğin savunucusu olarak addedilen ve işleyişinde/görünüşünde dini etmenleri en aza indirmeye çalışan bir ordu neden tüm askerlerini şehit ilan eder? Neden tüm medya “şehit haberleri” verir de askerlerimiz öldü – insanlarımız öldü demez? Ölen her asker Müslüman mıdır? Türkiye için sadece Müslümanlar mı savaşmaktadır? Sadece Müslüman olan birisi mi ülkesini sevebilir, onun için ölebilir, milliyetçi olabilir?

b)     Eğer şehitlik Türk Dil Kurumu sözlüğünde açıklandığı anlamdaysa (ve böyle kullanılıyorsa): ‘1. Kutsal bir ülkü veya inanç uğrunda ölen kimse’ Aşağıda isimleri olan ve öldürülmüş olan bu on üç insan hangi ülkü veya inanç uğrunda ölmüşlerdir? Buna verilecek olası yanıtları sizi ne kadar memnun eder? Bu on üç kişiye sorma şansımız olsa ben bu uğurda ölmüştüm derler miydi?

Yaratılan her algı/inanış insanı açıklanamaz ve anlaşılamaz durumlardan geçirmeye yarar. Bu insanların şehit olmuş olması algısı/inanışı da eminim birçok insanın yasını azaltıyor, yıkılmış anne ve babalarına bir nebze olsun rahatlama sağlıyordur.

Ama bu algı/inanış kesinlikle yeni insanların şehit olmasını önlemek için kesinlikle yararlı olmuyor. Ölen her insan ve getirdiklerinin arasından beni en çok korkutan ve üzen şudur: Cenazede ölen insanın askerlik yapmış/yapmamış abi/kardeşinin: “Ben de askere gideceğim gerekirse ben de şehit olacağım” demesi.

Ben şuna inanmayı tercih ediyorum: Kimsenin şehit olması gerekmiyor. Bunun gerçek olabilmesi için tek yapmamız gereken tüm buna inanlar olarak kimsenin şehit olmaması için çalışmak.

Bu insanlar birçokları onların öldürülme-me-sini istemediği için öldürüldü. En önemli neden bu.

  • •Uzm.J.I.Kad.Çvş. Gökhan YILDIRIM (2006-709) ADANA / CEYHAN
  • •J.Uzm.Çvş. Mustafa GÜNEY(2009-306) ADANA / YÜREĞİR
  • •J.Uzm.Onb. Fahrettin AKSU (2009-586) HATAY / KIRIKHAN
  • •J.Komd.Çvş. Mehmet KAZ GAZİANTEP / NİZİP
  • •J.Komd.Çvş. Emrah EKER GİRESUN / DERELİ
  • •J.Komd.Çvş. Necmettin TORUN SAMSUN / ALAÇAM
  • •J.Komd.Çvş. Ufuk BAŞARI KONYA
  • •J.Komd.Çvş. Noyan AYDIN ZONGULDAK / EREĞLİ
  • •J.Komd.Onb. Aykut DELİMEHMETOĞLU BURSA / İNEGÖL
  • •J.Komd.Er. Barış ÇİÇEKDAĞI GAZİANTEP
  • •J.Komd.Er. Vefa ÇELİK AĞRI
  • •J.Komd.Er. Ethem OKKAY ŞANLIURFA / PAYAMLI
  • •J.Komd.Er. Gökhan KAPLAN TEKİRDAĞ/ ŞARKÖY

Fotoğrafları için…

 

Yılmaz Özdil neden bu kadar seviliyor, neden yeni dönem “aydınlık” Türklerinin en sahiplenilen, en çok paylaşılan, bahsedilen yazarı oldu diye düşündüm kendi kendime. Neden birçok başka yazar da onu hiç gocunmadan sonsuz övebiliyor diye… Evet, bazen gerçekten de çok fazla boş vaktim olabiliyor.

Bir kere çoğu işte olduğu gibi Yılmaz Özdil’i de üzerinde çok fazla düşünmeden seviyoruz. Bir içgüdüyle… Bizi kısa, hızlı bir şekilde eğlendiriyor; içimize gömülü bir kızgınlığımız varsa O çoktan bunu bizim için dışarı vurmuş oluyor, sevmediğimiz kişileri, fikirleri komik duruma düşürüyor. Adeta bizim refleksimizmiş gibi davranıyor. Hani var ya, alınan uyartı sonucunda beyine iletilmeksizin verdiğimiz tepki.

Yani bizi eğlendiriyor, bize birlikte kızacak birini veriyor, düşmanlarımıza saldırıyor onları küçük düşürüyor…Oha! Nasıl sevmeyelim değil mi?

Yılmaz Özdil’i tek tek okuduğumda ben de bir iki istisna haricinde yazıdan mutlu ayrıldım. Sevdim. Güldüm ya da ‘helal olsun’ ne güzel geçirmiş dedim ya da bir saniyeliğine ne akıllı adam nasıl düşünmüş dedim kendi kendime. Üst üste birkaç yazısını okuyup, yaşamış olduğum istisnaları da tekrar düşününce; sonra buna bir de insanlarda yarattığı etkiyi, onları nasıl davranmaya ittiğini ekleyince…düşünmeye başladım. Yılmaz Özdil’i neden seviyoruz:

        Biz kısa yoldan iş halledeni severiz, kalıcı olması önemli değildir. Kurnazlık, çakallık, laf çabukluğu her zaman istikrardan, prensiplerden, üzerine iyi düşünülmüş teorilerden iyidir.

        Biz öyle uzun vadede önemli etkiler yaratacak, yararlı düşüncelerle pek ilgilenmeyiz. Anı yaşatan, zaten yanlış olduğunu bağıran yanlışlığı gösteren, dalgacı, fazla kafamızı yormayan, bizi kendi tutarsızlıklarımızla yüz yüze getirmeyen, kendimize etik/ahlak soruları sormak durumunda bırakmayan, bizi haklı gösteren, bizi cevap vermek veya harekete geçmek zorunda bırakmayan düşünceleri severiz.

        Biz kısa severiz. Uzunsa… sıkılırız. Eğer kısa olamıyorsa, uzun olmak zorundaysa… düşünmeyiz.

        Biz bizi güldüreni severiz; nasıl güldürdüğünü, söylediğinin doğru olup olmadığını, başkalarına haksızlık olup olmadığını, tutarlı olup olmadığını, bazı mantık hataları var mı yok mu, bazı gerçekleri gizleyip gizlemediğini sonradan fark ederiz, eğer edersek…

        Biz nedenleri tartışmayı değil de akıllıca oluşturulmuş kurmacaları, tam yerine oturmasa da ilginç görünen benzetmeleri, birebir örtüşmese de kafiyeli bir tekerlemeyi tercih ederiz.

        Biz birkaç iyi sonuç, işin hızlı hallolması için bazı hakkaniyetli olmayan şeylerin olmasını, bazı insanların bundan kötü etkilenebileceğini, çok da etik olmayan bir iki durumun meydana gelmesi gibi gerçekleri görmezden gelebiliriz, geliriz. Bu ‘esnekliğimizle’ gurur bile duyarız.

        Biz, bizi aslında olmayan ütopik, güzel dünyaların, başarıların bir parçası sayanlara; bizi yapmadığımız, başarmadığımız şeyler için kutlayanlara hep katılırız.

Yılmaz Özdil kötü bir adam mı? Yoo, kesinlikle. Bak öyle demedim. Sadece senin, benim davranışımdan bahsediyorum. Ama diyorum, hani belki, bir dahaki sefere bir Yılmaz Özdil yazısı okuyarak hızla o düşünceyi ‘katıksız doğru’ bulmadan, söylediklerini ‘sonuna kadar desteklemeden’ ve aklının ucundan geçen düşünceler beynini gıdıklayıp seni başkalarının ‘şeytaniliğiyle’ dalga geçilmesine güldürmeden hemen önce; belki bu yazıda bahsedilenleri de düşünürsün. Hani belki diyorum, belki birkaç saniye daha düşünürsün o dayanılmaz Yılmaz Özdil sevgisine kapılmadan önce. Hah, işte eğer o birkaç saniyeyi daha yazı üzerine düşünerek geçirirsen… hani diyorum belki benimle de paylaşırsın. Çünkü, ben de merak ediyorum, ben Yılmaz Özdil’i neden seviyorum diye.

 Not: Fazla düşünmedim, içgüdüsel olarak bu yazıyı Yılmaz Özdil’e de yolluyorum. Belki o biliyordur neden sevdiğimi.