Mesajlar Etiketlendi ‘askerlik’

Daha önce de demiştim, Türkiye’de alışkanlık gereği bir yasa, bir değişiklik, bir aksiyon ancak zorunluluk haline geldiğinde ve mümkün olan gerekliliklerin en azı karşılanarak ve geleceğe yönelik hiçbir yanı ve de nedeni düşünülmeksizin yapılır. Yasalar da böyle yapılır, hareketler de söylemler de çalışmalar da… her şey.

Şimdi de bedelli konuşuluyor, neden? Askerlikten kaçan çok fazla erkek var ve bu artık bir sorun haline gelmeye başladı. Çözüme doğru da yol alınıyor, yine geçici, yine düşünülmeden.

Ben en baştan başlamaya çalışacağım. Söyleyeceklerimin hepsi tekliftir. Önemli olan konunun nereden düşünülmesi gerektiğidir. Önemli olan askerliğin neden gerekli olduğunu, bu gerekliliğin Türk insanının özgürlük ve haklarını en az kısıtlayıcı şekilde nasıl karşılanacağını tartışmaktır. Çünkü ordu da ülke de devlet de insanı için vardır.

Türkiye’nin bir orduya ihtiyacı var mı? Evet. Günümüz koşullarında ve gerçeklerinde aksi düşünülemez.

Dolayısıyla Türkiye’de askerlik olmalıdır. Ama nasıl olmalıdır?

Ordu vatanı savunmak için olduğu için vatandaşı olan herkesin ortak sorumluluğunda olmalıdır. Bu durumda askerlik görevi her vatandaşa düşmelidir. Peki bu görev herkese düştüğü için herkes askere alınmalı mıdır?

Türkiye’nin yarım milyona yaklaşan, geçen bir ordusu olduğu söyleniyor. Bu kadar askere ihtiyaç var mı?

İki yönden inceleyeyim:

1)     Öncelikle Dünya’daki modern devletlerin, aktif savaş içinde olanlarla dahi, karşılaştırdığımız zaman Türkiye’nin asker sayısının çok fazla, hatta nüfusu fazla olmasına rağmen asker/nüfus oranının da oldukça yüksek olduğunu görüyoruz. Türkiye ekonomik olarak ve teknolojik olarak dünyadan çok geri olmadığına göre bu durumun ortaya çıkmasında bir mantıksızlık vardır.

2)     Askere giden insanlarla konuşulduğunda neredeyse çoğunun angarya işlerle uğraştırıldığı görülmektedir. Ya gidip hiçbir şey yapmadan üç-dört kez koşarak ve bir gün atış talimi yaparak geri gelmektedir. Kimi bu başıboş insanların yemek alabilmesi için kantinde, kimisi albayların maç yapabilmesi için halı sahada, kimisi yine bunca askerin saçının kesilmesi için berberlik yapmaktadır. Bu ve bunun gibi örnekleri bitirmek mümkün değildir. Tabii ki askere gittiği zaman gerçekten Türkiye Ordusu’nun gerekliliğini ortaya çıkaran nedenlere hizmet eden askerler de bulunmaktadır. Ama bunun oranı düşünülmelidir. Ve oran, benim sınırlı gözlemimle görebildiğim kadarıyla oldukça düşüktür.

Bu iki açıdan da bakıldığında Türkiye’deki asker sayısının gerekenden fazla olduğu düşünülebilir. Bu konu tabii ki tartışılabilir. Ben böyle olduğunu kabul ederek devam ediyorum.

Eğer asker sayısı azaltılırsa (ki şu anda bile bazen yeterince kadro yok diye kimi insanlar askere gitmek istedikleri halde hemen alınamamaktadır) askere alınan sayısı da çok azalacaktır.

Burada da ortaya başka bir sorun çıkıyor. Bu aynı zamanda bedelli askerliğin gerisinde yatan bir sorun, aynı zamanda bedelli askerliğin içindeki bir haksızlık hakkında da bir sorun.

Kimler askere gitmeli?

Askerlik tamamen profesyonel olursa burada vatandaşların üzerine düşen görevi yapmaması ihtimali, sadece maddi durumu iyi olmayan insanların askere gitme ihtimali doğabilir. Bu düpedüz haksızlıktır. Ülke içindeki tüm konularda en azından teorik olarak eşit haklara sahip insanların ülke güvenliği konusunda parasal-maddi bir ayrımcılığa gitmesi beklenemez.

Ama artık sayı düştüğü için de zorunlu askerliğe gerek yok, ne yapılabilir?

Aslında bu konuda çok fazla çözüm üretilebilir. Ama ben hemen en basitini, ve kendi basitliği içinde haklı bir çözüme yaklaşan bir olasılığı önereceğim. Piyango. Askerlik zamanı gelen herkesin içine gireceği bir piyango.

Kısaca:

Artık üniversiteden, liseden, yüksek lisanstan veya artık son eğitiminden mezun olduktan sonraki üç yıl içerisinde herkesin gireceği bir piyango düşünün. Yani piyangoya ismi girecek kişiler; eğitimi bittikten sonra askerlik yapabilirliği ortaya çıktıktan sonraki üç yıl içinde üç kez piyangoya gireceklerdir. Ondan sonra her yıl bir piyango çekilerek 5, 10, 15 tane tarih, artık kaç tane gerekiyorsa, belirlenir. Örneğin 5 Mayıs, 8 Kasım, vs. Ve bu üç yıllık dönem içinde bulunan kişilerde bu tarihte doğmuş olanlara askere gitme yükümlülüğü doğar.

Eğer bu rastgele seçilen insan sayısı gerekenden yine fazlaysa tekrar onların arasında bir piyango yapılır. Eğer azsa bir gün daha seçilir. Özel nedenlerle gidemeyecek olanlar için iş, evlilik, aile içinde doğum – yükümlülüğü kaybolmamak üzere askerliğini erteleyebilir. Bu üç yıllık süre içinde doğum tarihi piyangodan çıkmamış kişinin askerlik yükümlülüğü ortadan kalkar. Tabii ki bir savaş döneminde başka türlü yöntemlere, savaşın olağandışılığı göz önüne alarak olağandışı bir uygulamaya yol açılabilir.

Sadece bir öneri. Ama askerliğin bu şekilde işlevi olabilmesi için bile yapılması gereken başka şeyler de var.

a)     Bunun en önemlisi gerçekten savaşan, ki maalesef Türkiye’de gerçekten savaşmak zorunda kalan askerler vardır, askerlerin buraya yetersiz eğitimle, donanımla gönderilmemesi gerekmektedir. Bir insan, rastgele seçilerek geldiği askerlikte gönüllü bile olsa hayatını koruma yetisine sahip olmadığı bir duruma sokulamaz. Bu yüzden profesyonel askerlerden oluşan bir kısım askerin bulunması zorunludur.

 

Ama bu en baştaki ilkeye karşı çıkıyor olabilir mi? Yani asıl savaşmayı maddi bir ayrımcılıkla bu paraya ihtiyacı olan askerlere mi bırakmış olacağız? Bu gerçekten cevaplanması zor bir sorudur. Ama aslında birçok iş kolu sadece onu yapabilecek (şarkıcılık, doktorluk, vs.) ya da yapmayı kabul eden (muhasebeci, öğretmen, memur, şöför, vs.) veya yapmak zorunda kalan (kimseyi rencide etmemek için çoğu insan tarafından tercih edilmeyen ama başkaları tarafından maaşla yapılmak zorunda kalınan meslekler diyelim) insanlara bırakılmaktadır. Askerlik de, sonunda can kaybı riski çok daha yüksek olması açısından bu mesleklerden değişik olsa da bu riskleri göze alan ve bu risklerin karşılığında hakettiği parayı kazanan insanlara bırakılabilir mi? Bu sorunun cevabı yine de zordur. Bu konuda kesinlikle çok daha güçlü düşünülmesi gerekir. Ama dediğim gibi ben yine de hakkaniyetli olduğunu düşünüyorum. Sonuçta buna gerçekten gönüllü insanlar var. Sonuçta bunu gerçekten yapamayacak insanlar var. Ve insaniyet (benim anladığım anlamıyla) elimizden geldiği sürece bu yetimizi diğer insanların yaşamlarını devam ettirebilecek şekilde kullanmamızı öngörür. Bu sadece askerlik için değil, hayatın tüm alanında geçerlidir.

 

b)     Rastgele yapılan askerlik olsun, profesyonel askerlik olsun; vatanı koruma göreviyle yapılmaktadır. Bu yüzden bu amaçla o göreve gelen insanların bu görevi yerine getirmek dışında hiçbir ek yükümlülükle karşılaşmaması gerekmektedir. İnsani koşullarda yaşamalı, saygı içerisinde davranılmalı, yeterli özgürlük ve yaşama olanağı sağlanmalıdır. Yaşam kalitesi herhangi bir Türk için arzu edilen sınırın altına kesinlikle düşürülmemelidir. Yani bir Türk olarak diğer tüm Türk’ler en az şu olanaklara sahip olmalı dediğimiz tüm olanakların askerlik yapan insanlara da sağlanması gerekir. Kısaca askerlik, amacının – vatanı koruma, güvenliği sağlama – dışında hiçbir amaca hizmet etmemeli ve başka hiçbir zorlukla yüklenmemelidir.

 

c)     Vicdani ret hakkı olmalıdır. Dünya’da bu hakkın olmadığı çok az ülkeden birisiyiz. Orduya ve askerliğe hangi nedenlerle karşı olursa olsun; inançlarına, insan olarak doğmaktan kaynaklanan kendi vücudunun ve işçiliğinin tek karar vericisi olma hakkına karşı çıkan hiçbir işlem yapılmamalıdır. Ülke güvenliğini koruma görevini, ki bu görevi bir vatandaş olarak yine de yüklenmelidir, askerlik ile yerine getiremeyenler için başka yollarla ülkeye hizmet etme yolu açılmalıdır. Yine a ve b maddesinde konu edilen tüm diğer konular göz önünde tutularak

 

d)     Askerlik piyangosu yeterli zaman içinde yapılmalı ve askerlik yükümlülüğü doğanlara zamanlı olarak haber verilmeli ve hayatlarını özgür ve düzgün bir şekilde planlama hakları ellerinden alınmamalıdır.

 

e)     Rastgele seçilen askerler direkt olarak savaşa alınmayacağı ve değişen dünya koşulları ve artan teknolojiyle fiziksel gereksinimler azaldığı ve kadınlar da bu ülkenin bir vatandaşı olduğu ve dolayısıyla ülke güvenliğinden eşi durumda sorumlu oldukları için erkekler için geçerli olan tüm askerlik kuralları kadınlar için de geçerli olmalıdır.

 

Yazıyı okuyanların soracağı sorular olacaktır. Türkiye gerçekten asker sayısını azaltabilir mi? Bilmiyorum. Yukarıda da düşündüğüm şekilde düşününce ben azaltılabileceğini düşünüyorum. Tabii ki bu konu tartışılabilir.

Türkiye bu ekonomik yükümlülüğü kaldırabilir mi? Asker sayısı azalınca bu ekonomik yükümlülüğün azalacağı mı artacağını daha hesaplayamadığımız için bilmiyoruz. Ama Türkiye, yukarıda sayılan koşulları yerine getirmeyi başaramıyorsa da getirecek hale gelmemeli midir? Bu çok mu imkansızdır. Tabii ki bu konu da tartışılabilir.

Ama bu konular tartışılırken bile yukarıda askerliğin daha insani hale getirilmesi için yapılması gerekenler, askerliğin neden gerektiği ve askerlik sistemi dizayn edilirkenki asıl amaç yine de unutulmamalıdır.

Asker sayısının azaltılmasının mümkün olmadığı durumda bile yukarıda önerisi yapılan sistem hayata geçirilebilir.

Yurt dışında yaşayanlar için de bence bu sorumluluğun ortadan kalkmaması gerekir. Ve dövizli askerlik de buna çözüm değildir. Çözüm olarak, bu kişilerin; yurt dışında yaşamaya devam ettiği sürece askerlik yükümlülüğü doğmaması, yurda dönmek ve yurtta yaşamaya karar verdikleri anda ve belli bir süre Türkiye’de kaldıktan sonra o 3 yıllık piyango döneminin başlaması gibi bir öneri getirebilirim.

Türkiye’de askerlerin erkeklerin adam olabilmesi için, zenginlerin fakirleri, batılıların doğuluları, köylülerin şehirleri tanıyabilmesi, cahillerin eğitim alabilmesi için gerekli olduğu açısından savunan insanlara tek diyeceğim, bunların gerçekleştirileceği yer askerlik değildir. Eğer çok önemliyse ve halkın çoğunluğu da buna karar verirse zenginlerin fakirleri, cahillerin eğitim alabileceği, köylülerin şehire geleceği değişim programları başlatılabilir. Ya da bu haksızlıkların ortaya çıkmaması için yapılması gereken gelir dağılımı adaleti, eğitim ve eşit olanaklar tanınması için başka adımlar atılabilir. Zaten atılmalıdır.

Not: Yurt dışında olduğu için askerliğini daha yapmamış birisiyim.

Post-modernizm yaşayan (ve bundan sonra ne yaşaması gerektiğini bilemeyen kafası karışık) dünyanın hala daha modernist olmaya çalışan vahşi küçük Türk kapitalistleri olarak hayatımızın güzelliği-kalitesi “bir yerlere gelmek” ile “bir yerlere gitmek” arasında savrulup tanımlanmakta. Ne olmak istiyorsun bu hayatta? Bir yerlere gelmek. Eğlenmek, mutlu olmak için ne yapalım? Bir yerlere gidelim.

Bu ‘bir yerler’ nedir, neresidir? Günden güne değişebilse de mantık hep aynı; kafası karışık, kendi doğrularını bulamamış, herhangi bir prensip ve ideolojiden yoksun, düzensiz, istikrarsız ‘toplum kollektifinin’ ortaya çıkardığı bazı doğru, ya da günümüz deyişiyle trendy ‘yerler’. Bizim ruhumuzun neden bu yerleri istediğine dair ise hiçbir fikrimiz yok.

“Sağlık, para, aile, arkadaşlar…” Bunlar değil midir hayatınızdaki en önemli beş şeyi sorsalar hepimizin düşünmeden vermeye başlayacağı cevaplar. Her kim ki sofistike olmak adına önceden bu cevapları düşünmemişse veya daha öncesinden tecrübelenip eski cevaplarını tekrarlamıyorsa bu kısır döngüde sıkışacaktır. ‘Hayır hayır’ diye şu anda yazıya isyan eden bünyelerin de kendi kandırmacalarının esiri olmuş olmaları muhtemeldir.  Doğru kimi parayı veya aileyi es geçebilir ama genelde de geçilmez, geçilse de yalancı bir geçiş olur.

Tamamıyla aynı cevapları mutlu olman için ne gerekiyor diye sorulduğunda da kullanmak da mümkün. Yine de bu güzellik yarışması cevaplarının ötesine geçilip, düşünüldüğünde, mutluluk genelde beklentilerinin karşılanması olarak tanımlanıyor. Zaten hayatta bizim için en önemli olan olgularla mutlu olmamız için gerekenlerin de aynı olması normal olurdu, ama değil, değil mi? Bazı “öz eleştiriciler” bunu genelde doyumsuz, aç gözlü insan doğamıza suçu atarak hesabı kapatmaya çalışsa da aslında hayattan sağlık, para, aile, arkadaşlar dışında bir şeyler beklemenin hiçbir yanlış tarafı da yok. Bekliyoruz da. Ama ne bekliyoruz? Bu beklentimiz olan ‘yerler’ nedir?

Doğru yine toplum tarafından medya-aile-çevre-okul yoluyla ince ince işlenmiş benliğimiz bu ‘yerleri’ istemiyor değil. Neden istiyor diye sormaya gerek yok, var mı? Bütün isteklerimizin, özentilerimizin bize aile, televizyon, konu-komşu-aile çevresi ve yine kendilerinin çevrelerinden öğrendiklerini okula getiren arkadaşlar tarafından şekillendirildiği belli. Çünkü üniversite sonrasına kadar sıradan bir Türk evladının hayatında seçime veya karara yönlendirildiği pek bir yer yok, değil mi? Sözde karara yönlendirildiği lise tipi seçiminde (sınırlı seçenekler ve karar verirken yine bir yerlere gelebilmenin öneminin vurgulanması) ve üniversite bölüm seçiminde (sınırlı seçenekler-ilgisiz puan kısıtlaması ve karar verirken yine bir yerlere gelebilmenin öneminin vurgulanması) kararın ne kadar bir karar olduğu tartışmalı.

Okul dışında ne yapmak istediğimize dair herhangi bir destek var mı? Yine ailelerin dayattığı bir enstrüman öğrensin, spor yapsın gibi sosyal faaliyetler (eğer dayatırlarsa o da) dışında bize sunulan pek bir şans var mı? Kaldı ki yine bir enstrüman öğrenmek istediğinde ya da tiyatro koluna katılmaya karar verdiğinde bunun ne kadarının özenme dışı olduğunu bilebilmek çok zor. Çünkü bize özendirmeden tüm seçeneklerimizin anlatıldığı, kendi seçeneklerimizi yaratmaya itildiğimiz hiçbir oluşum yok. Çoğu zaman seçenek sunulması bile bir lütuf olarak görülüyor. Bundan sonra geriye kalan tek şansın bu çeşitli rastlantılar sonucunda seçeneğin olmuş ve seçtiğin şeyin gerçekten seni mutlu eden bir şey olmuş olması. Ama tabii sonrasında bunu takip edip hayatının önemli bir parçası haline getirip getiremeyeceğin tartışmalı.

Tabii üniversite sonrasında durum değişiyor mu? Hayır. Yine bir yerlere gelinebilecek işe girme, istediğin-sevdiğin mesleği yapman önemli (ama mutlaka para kazanılacak bir iş olsun) sosu ile birlikte size dayatılıyor. Kaldı ki istediğin işi, mesleği aramak için zamanın da kısıtlı. “Hayatından bir yıl kaybetme!” (üniversite hazırlık ve üniversite sonrasında iş ararken), çünkü senin için (herkes için aynı) dizayn edilmiş hayatı bir an önce yaşamaya başlaman lazım. Zaten bir de erkekseniz seçme şansınız bulunmayan savaşma (ama bu kelime abartlı olur – belki vatani görev?) yükümlülüğü de cabası.

Peki hangi ara bir insan kendisini dinleyerek bu hayattan ne istediğine, bu hayatta kendisi için asıl neyin önemli olduğuna nasıl karar verecek? İş işten geçtikten sonra mı?

Televizyon, filmlerde otuz saniyede başlayan mükemmel ilişkilerin hayaliyle yaşarken…

Pahalı araba – saygı, bol para – mutluluk, popüler mekan-popüler insan, güzel olmak-sıska olmak, ‘iyi’ giyinmek, güzel – ama fiziksel güzel – bir eve sahip olmak tek doğrular olarak kafamıza itinayla bombardize edilirken; bunlara sahip olmayanlar mutlu olamazlar kes(k)in sonucuna her gün bilinç altı düzeyde defalarca varılırken…

Herkes için tek bir ruh eşi olduğunu defalarca görsel atraksiyonel olarak kanıtlanmışken doğru eşi bulmanın (çiftleşmek önemli) peşinde koşarken…

Devamlı bir yerlere gelmek için önceden kararlaştırılmış bir yolda iteleyerek ilerlemeye çalışan, mutsuzlandığında da bir yerlere gitmek için sosyal enerjisini harcayan insan gerçekten hangi ara onu gerçekten mutlu edecek şeyler üzerinde düşünmeye fırsat bulacak?

Özellikle de bu düşünmeye fırsat bırakmayan hayatı; zaten onu kendiyle barışık mutluluğuna ulaşmasını imkansız kılarken bir de üstüne mutsuz olduğunu sorgulama zamanı da bırakmazken…

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de bu oluşturulan toplumsal mitlerin kendini doğrulaması gibi vahşi bir destek düzeni de yok mu? Misal, “Abi adamın altında Ferrari var ama yine de bir hatunla çıkamıyor”. Çünkü iyi bir arabası olanın otomatik olarak kız arkadaşı oluyor, değil mi? Sonuç; adam kabiliyetsiz. Benim öyle arabam olsa…

“Abi ODTÜ’de okumuş adam olamamış.” (Kendi okulumdan örnek vereyim dedim kimse alınmasın.) Evet, çünkü iyi bir üniversitede okumak adam olmayı garantiliyor, değil mi. Özellikle de buraya girenlerin a-b-c-d-e şıkları arasından çoklu seçimler yapma gibi üstün bir sınanmadan geçmeleri üzerine iyi bir üniversiteden çıkıp yine öküz kalmaları, adam olamamaları büyük sorun. Tabii eğer abi diyen adam, adamlığı böyle tanımlıyorsa – yok adamlığı zaten para-kariyer olarak tanımlıyorsa apayrı bir sorun.

“Kız güzel ama yine de iyi bir koca bulamamış.” Evet teyze evet.

“Bodrum’a, Çeşme’ye, İstanbul’a, Amsterdam’a, Barcelona’ya, Miami’ye gitmiş ama kimseyi bulamamış öküz.” Suçlu o, değil mi? Çünkü televizyonda gördük (ki o zaman gerçek) oraya gidenler ‘kesin’ buluyor.

Bize yapılan bu çevresel ve görsel bombardımanın bir süre sonra doğrularımız, değerlerimiz haline gelmesini engellemek çok zor. Çünkü;

a)     Bunun üstüne düşünecek zaten zamanımız yok

b)     Bunun aksini söyleyen düşünceler bulacak başka bir kaynak yok

Etrafındaki herkes bir doğruya inanırken buna kayıtsız kalmanın, ya da onların ele geçirici saldırısıyla tek başına savaşmanın zorlukları da cabası. Bu sadece “teslim olmak” da değil… Kendi beklentilerini oluşturamadığın anda toplumun senin için doğru olan beklentilerle o boşluğu doldurmaya her daim hazır olması. Dolayısıyla senin de bu beklentilere uygun yaşamaya başlaman ve dolayısıyla bir süre sonra bu çarka teslim olman… Ama bu topluma göre doğru olan beklentilerin herkes için aynı olması sizde de bir kuşku uyandırmıyor mu?

Her şey olup bittiğinde bir de “toplumsal olarak” başarmış birisinin neden hala daha mutsuz olduğunu anlayamama şaşkınlığımız aslında gereken her şeyi söylüyor. “Abi adamın iyi bir işi var, güzel bir sevgilisi, iyi bir evi, geleceği parlak, sağlığı yerinde… sorunu ne anlamadım ki?”

Türkiye koca bir hayal kırıklıkları ülkesi. Bunun bir nedeni insanı umutlandıran çok şey olması. İnsanı umutlandıran çok şey olmasının nedeni de kötü durumda olan çok fazla şeyin olması. İşte bir hayal kırıklığı daha!

Mesela Türkiye’de güzel bir şey olursa onun çirkinleşmesi için illa bir şey yapan bulunur. Herkesin tecrübesiyle sabittir bu. Ya bu güzel şey kıç tarafından anlaşılıp çirkin şeylere damızlık görevi görür ya da bu güzel duruma insanların verdiği damızlık hayvan tepkileri size nerede yaşadığınızı hatırlatıp moralinizi bozar. Bir güzel olayı daha da güzelleştiren birini hatırlıyor musunuz? En güzelinden ince bir espri yaparsınız da başka birisi esprinize devam diye kötü bir espri çıkarır ya da amerikan filmvari çak dostum çok iyi espriydi moduna girer; espriyi yaptığınıza yapacağınıza pişman olursunuz ya, onun gibi.

Sonra biriyle tanışırsınız ya da bir arkadaşınız olur. Ya da bir arkadaşınızın, komşunuzun, hocanızın hal, tutum, davranışını beğenirsiniz ya. İnsanların hem beğendiğiniz hem beğenmediğiniz yönleri olabilir. Ama beğendiğiniz yönün arkasında bir prensip, düşünce olduğunu düşündüğünüz için (olması gerektiği için) siz bu insana bazı yönlerden güvenmeye başlarsınız ya. Çok geçmeden yalan olur ya bu. Çünkü bu Türk genci/insanı, eğitim sistemine yaraşır bir şekilde bu beğendiğiniz davranışı bir yerden ezberlemiştir.

Sonra kamuya mal olmuş bir karakteri dinlersiniz ya da bir yazarı okursunuz. Sonunda, dersiniz. İşte söylenmesi gereken bir şeyleri söylüyor dersiniz, odada yalnızken televizyona konuşursunuz falan, içiniz öylesine umut dolar. Yazık olacağı o andan bellidir. O lafı eden adam bu lafı edemez düşüncesi hiç mi hiç tutmaz. Kimi korkar, kimi paraya kaçar, kimi kendisini ne popüler yapıyorsa onu söyler, kimi zaten en baştan kolay etkileniyordur başka bir şeyden etkileniverir.

Şarkıcıları bile bir garip bu ülkenin. Bir şarkı yapar, bir albüm çıkarır; vay anasını dersin. Arkadaşlarına tavsiye edersin, yabancı arkadaşlara falan dinletmek istersin, o da dinlesin, etkilensin, Türkçe bilmiyor diye bu güzellikten mahrum kalmasın diye düşünürsün, öyle bir avukatlık pozisyonuna yükseltirsin kendini. Hop bir sonraki albüm, bir sonraki şarkıda o şarkıcının yerinde yeller esiyor olur.

Devlet dairesine gidersin işin harika hallolur, neler oluyor dersin; aynı yere ikinci gidişinde dersini alırsın, neler oluyor dersin.

Telefonda çağrı merkeziyle konuşurken internetten gecikmiş borcunu ödediğin doğalgazın sabah kalktığında çoktan açılmış olduğunu görürsün, sadece kablolu televizyonunu kapattırmak için iki devlet dairesini ziyaret etmen ve on dört belge sunman gerekir.

Askerlik, ordu işlerine girmiyorum orada bir hayal kırıklığı olmaz. Ne bekliyorsan onu bulursun. Acayip istikrarlıdır. O yüzden ordu en güvenilen kurumdur ya, yıllardır düzenli bir şekilde…

Tayyip Erdoğan bile ben hala genel olarak insanlara güvenirim diyenin hayalini kırmayı başarır. Önce balkon konuşması yapar, sonra havaalanı konuşması. Başbakanın “uçmadan” önce veya sonra genelde bu şekilde “uçması” da belki araştırılmalıdır. Şekeriyle ilgili bir sorun, basınç değişimi ya da bilinçaltında uçağa binmeyi hala daha büyük bir olay olarak addetmesinden dolayı oluşan ani bir özgüven sıçraması mı? Tezlerimi gönül rahatlığıyla kullanabilirsiniz.

Bu yazı da bir Türk tarafından yazılmış olmanın özelliğiyle olsa gerek eğer heyecanlı bir sona sürüklenmeye başladıysanız, ola ki – sakın ha, hayalinizi kıracaktı.

Sonuç olarak bu ülke adamın belini de kırar ruhunu da hayalini de. Ama umut da verir. Nazlı bir güzel gibi dediğinizi duyar gibi oluyorum.

İşte bu nazlı güzellere karşı genelde nasıl davranıldığını bilirsiniz. Ya da şimdi düşünüverin. Bu konuya benim tespit edebildiğim üç çeşit yaklaşan üç tip insan var. Kimi;

1-     Ben böyle işin içine.. der, arkasına bakmaz.

2-     Vay bana böyle yapıyor ha. Ben de onun ağzından girip burnundan çıkıp, tatlı dilimle onu kandırıp bir şekilde ondan istediğimi aldıktan sonra onu bir kenara atmaz mıyım, diyen de olur.

3-     Aaaayyyy… ben aşık oldum galiba, diyeni de olur. (Buradaki ayyy haksızlık değildir, cidden büyük bir korelasyon vardır.)

Tabi bir insan ülkesine böyle davranamaz, de mi? Çünkü bu ülke doğduğun topraktır… Seni doyuran, seni büyüten, sana elindekileri veren yerdir.

Seni sen yapandır…

Ülkeni, milliyetini asla değiştiremezsin.

Ülkensiz, milletinsiz sen bir hiçsindir…

Şimdi sorunum şu; bu son dört cümlenin espri olduğunu ya da tam anlamıyla gerçek olmadığını ya da bunların yanlış bilinen gerçekler olduğunu anlatırsam ya da en azından öne sürsem yazıyı bu cümleye kadar okuyup da doğru söylüyorsun, ülke bırakılmaz diyenlerden hayal kırıklığına uğrayan olur mu?

Ya da burada neredeyse sadece Türkiye/Türklük üzerine düşünen/yazan beni, sen ülkeni/milliyetini sevmiyorsun diye suçlayarak benim hayalimi kıran?

Ama şu bir gerçek ki hiçbir ülkenin; mutlu olmak, huzur bulmak amacıyla biraraya gelip kendisini kuran ve varlık sebebini oluşturan insanlarının hayallerini bu kadar kırmaya hakkı yoktur. Olmamalıdır.

Not1: Bu arada Türkçe ne kadar güzel bir dildir. İnsana tek kelimeyle kırılanın zaten senin hayalin olduğunu ne güzel anlatıyor. Türkiye, hayaller ülkesi…

Not2: Türkiye’nin bir hayal kırıklıkları ülkesi olduğunu bilmek, ve bildiğin halde onu umursamak, önemsemek, sevmek; daha zordur. Kimsenin size aksini söylemesine izin vermeyin.

Yine insanlar öldürüldü. Hepsi genç, hepsi normal insanlar. Normal çünkü onlar da ölmek istemezdi, normal çünkü onlar da yaşamayı hak ediyordu. Normali bu…

Fotoğraflarına bakıyorsun ve diyorsun ki bunları sokakta görüyorum ben, biri bir arkadaşıma benziyor, biri bana benziyor… Ama fotoğrafların bakar, haberleri izlersen… İçim kararıyor, dayanamıyorum deyip kanalı değiştirir, sayfayı çevirirsen, başka haberi tıklarsan artık görmüyorsun.

Şehit haberlerinin ne yazık ki Kemal Sunal filmleriyle ortak bir yanı var. Her ikisini de onlarca kez görmemiş Türk genci bulmak zordur. Belki bu yeni nesil daha az Kemal Sunal filmi ve daha az şehit haberiyle büyüyecek ama ne çare.

Her tekrarlanan olay gibi şehit haberlerinin de etkisi her seferinde azalır. Ölen insanların fotoğrafını taşıyan küçük çocukları, alışılagelmiş tepkiler, tanıdık tabut başında ağlamalar, “vatan sağolsunlar”, “bir evladım olsa onu da yollarım”; hepsi çok sıradan gelmeye başlar.

O yüzden gazeteler-televizyonlar haberleri daha kısa, daha net verir. Sen de daha az izler, daha az ilgi gösterirsin. Benim gibi utanırsın, kabullenmek istemezsin ama bu böyle olur. Hatta şöyle düşünmeden edemezsin: “Kadının oğlu ölmüş ne diyor, benim oğlum ölse…”

Ancak bütün bu yabancılaşma burada bitmez. Aslında her insan-asker öldüğünde onun yası, o gerçekte çok da kişisel olan ancak bizim de bir nedene bağlı olmayan suçluluğumuzdan dolayı hissetmeye çalıştığıız dram çok kısa sürer. Geriye algılar, demeçler, politikalar kalır. Haberlerin çoğu da bunlarla ilgili çıkar. Ve her ölen askerin Türkiye’ye neler getireceği konusu da asıl burada başlar. Yeni bir asker ölecek mi mesela? Bu senin şehit erin, ananın dramını paylaşıp paylaşmamanla alakasızdır. Asıl sorun-yanıt takibindeki haberlerdedir.

Bugün de bu ölen insanlar konusu “geçiştirildikten” sonra ortaya belli başlı bir kaç sonuç çıkacak. Ama burada eskiye göre şaşırtıcı değişimler de var.

İlk olarak geleneksel olarak “teröre tepki verilecek”, “boyun eğilmeyecek”. Aslında en güzelini İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin söylemiş ondan alıntılayalım:

“Yangın, ya ateşle çıkar, ya bombayla çıkar, ya roketle çıkar, ya benzinle çıkar. Netice itibariyle yanmıştır, yakılmıştır. Sebebini araştırmak, sebebini söylemek bir şey ifade etmiyor… Bugün her şeyden önce sağduyu günü, basiretli olma günü. Ama sadece bugün değil, her gün böyle olmak gerekiyor. Ama bir şey daha gerekiyor. Türkiye’nin büyümesine engel olmak istemekte direnenleri, artık iyice fark etmemiz gerekiyor. Vurmak için yola çıkmışlara ‘dur’ demek yerine başka bir şey geliştirmek gerekiyor. Niyetini bozmuşlara iyi niyetle yaklaşmanın yanlış olduğunu görmemiz gerekiyor. Tüm bunlar görülecek.”

Bu geçmişte sıkça tekrarlanan bir tepkidir. Hatta standart “devlet tepkisidir” diyebiliriz. Ama artık bu standart tepkinin yanında başka düşünceler de haber yapılmaya başlandı.

Son bir – bir buçuk yıldır Abdullah Öcalan ile ilgili gazete ve köşe yazarlarının tanım biçimi değişmeye başladı. Yapılan haberler de çok önemli bir biçimde değişti. Devletin Abdullah Öcalan ile görüştüğünü söylemek malumun ilanı şeklinde yapılır oldu. Yani bırakın yeni bir haber olmasını çoktandır bilinen bir durum olarak değerlendiriliyor.

İşte bu konudaki son haber de şuydu, alt başlığıyla aktarmak gerekirse: “PKK lideri Abdullah Öcalan, Türk yetkililerle görüşme yaptığını ve 15 Temmuz tarihinin kendisi için bir hükmü kalmadığını söyleyerek, son görüşmesin Barış Konseyi’nin kurulması için mutabakata vardıklarını belirtti.”

Ardından önce iki asker ve bir sivilin kaçırılması haberi, sonrasında da son şehit haberleri geldi. Şehit haberleriyle aynı günde, ama şehit haberlerinden önce yazılmış olduğu belli olan Oray Eğin’in ‘Ya Öcalan artık PKK lideri değilse’ köşe yazısı dikkate değer. Dikkate değer olmasının nedeni çok önemli şeyler söylüyor olması değil. İlginç bir şekilde Oray Eğin önümüzdeki günlerde sıkça göreceğimizi tahmin ettiğim bir diskuru oluşturmuş: PKK’nın Abdullah Öcalan’ın güdümünden artık çıkmış olduğu. Gerçi ilk söyleyen o değil ama olsun.

Peki neden Abdullah Öcalan’ın BDP’ye meclise girin çağrısı ve barış konseyi kuruldu 15 Temmuz’un bir anlamı kalmadı dediği günlerde bu yeni oluşum meydana çıktı? İki şık var:

1)     PKK gerçekten de, ve bir nebze BDP (bkz. Cengiz Çandar’ın yine aynı gün/yine terör olaylarından önce yazdığı BDP için ‘Diklendi ve dik duruyor’ yazısı) artık Abdullah Öcalan’la alakasızdır, başka güçler tarafından yönetilmektedir

2)     Bu kavram, doğru olmasa da, birilerinin işine gelecektir – o yüzden oluşturulmuştur

Burada başka ilginç bir oluşum ortaya çıkıyor. Bir iki yıl öncesine kadar, sadece anti-militarist (daha doğrusu anti-ordu) duruşu diğer her duruşundan (örnek: eski pro-akp duruşu) daha güçlü olan Taraf gazetesinin taşıyabileceği iddiaları, artık tüm gazetelerde görmek mümkün.

En az şehit haberleri kadar, belki daha çok.

PKK’ya yakın bir haber ajansının haberlerini/iddialarını gazeteler neden sayfalarına taşırlar? Ya da daha doğrusu taşımaya başlamışlardır? Çünkü bu iddialar yeni değildir. Özellikle 90lı yıllarda köyler boşaltılırken bunun gibi yüzlerce iddia ortaya atılmıştır. O zaman neden ilk defa bu şekilde görülmeyi tercih etmişlerdir.

Neden ana akım gazeteler; Hürriyet’ten Zaman gazetesine kadar; bu tip iddiaları sayfalarına taşıma kararı almıştır? Ne değişmiştir?

Türkiye’de her şeyin komplo ile açıklanmasına alışkınız ve yukarıdaki iki noktanın birleştirilmesinin güzel bir komplo olacağının farkındayım: Yani a) PKK/Abdullah Öcalan ile görüşmeler iyi giderken bir olay yaratıldı b) Bu olayın nasıl yorumlanacağına dair zemin hazırlandı. Böylece terörle savaş durumunun devam edilmesi için zemin hazırlandı.

Ancak üçüncü noktayı (gazetelerin Fırat Haber Ajansı iddialarını buraya taşımaları) bu denkleme koyunca bu sefer komplo tam yön de değiştirebilir. Bunların bir ordu komplosu olduğuna dair sanrıları kuvvetlendirip PKK/Abdullah Öcalan ile görüşmelerin elini güçlendirmek.

Ya da aynı noktalardan yola çıkılarak yüzlerce değişik komplo teorisi ortaya atılacak ve bunlar da oluşturdukları heyecanlar ve sonuçlarının desteklendiği/istenilmediği ölçüde tartışılacaklardı.

Sorun şu ki, ne dünyada ne de Türkiye’de tek ve güçlü bir komplo mevcut. Farklı taraflar, farklı tepkiler ve farklı istekler var.

Ama bir saniye durun, ölen insanlardan ve haberlerinden çıkarak nereye geldiğimin farkında mısınız?

Bütün bunları söylememin nedeni de tek bir ana sonuca gelmek. Bütün bu oluşumlar/politikalar/iddialar/haberler arasında değişmeyen ve emin olabileceğimiz tek gerçek 13 askerin şehit olmuş olmasıdır.

Ve ölen her asker Türkiye’ye barış, güvenlik getirmek yerine yukarıda sayılan oluşumları getirmektedir. Komplo, daha çok ölüm, kin, nefret…

Ben kendi adıma artık her çatışmada birilerinin öldüğünü duyduğumda herkesten şüphelenmeye, söylediklerine kuşkuyla yaklaşmaya başlıyorum başlıyorum. Hem PKK’dan hem başka terörist oluşumlardan hem ordudan hem devletten, hem de bilimum başka aktörlerden. Bu sağlıklı bir durum değil. Bir ülke askerini kaybettiğinde; bu askerin neden bu savaşta olup olmadığını tartışmalıdır (bkz. Amerikalıların İngilizlerin Irak ve Afganistan’da ölen askerlerinin neden orada olduklarını tartışması) ama bu askerin neden, nasıl ve kim tarafından öldürüldüğünü tartışmaması gerekir.

Ama en önemlisi insanların ölmesi durdurulmalıdır.

Ve bu durum, bu çeşit şehit haberleri ve takip haberleriyle mümkün değildir.

Yeni şehitler istemiyorsak – belki de en başta şehit haberlerinin de artık değişmesi gerekir. Belki şu haberleri hiç görmemeliyiz:

“Şehitin baba ocağında yas”

“6 aylık bebeği babasız kaldı”

“Babası oğlunun şehit olduğunu hissetmiş”

“Son kez üç gün önce telefonda konuşmuşlar: Hakkınızı helal edin demiş”

İlk defa yıllar önce şans eseri bir şehit haberini izlerken (şans eseri çünkü tüm şehit haberlerini izlemiyorum) farklı bir yakarış duymuştum. Ölen askerin annesi oğlunun arkasından yas tutuyor, ama oğlunun neden şehit olduğunu sorguluyor, hakkını helal etmiyordu. Şaşırmıştım. İlk defa duyuyordum. Yukarıda dediğim gibi çok defa düşünmüştüm, ama ilk defa duymuştum. Ondan sonra bunun ara sıra tekrarlandığını gördüm. Ama hep azınlıkta kalacak şekilde.

Daha önce şehit anneleri bunları söylüyordu da biz mi duymuyorduk, yoksa ilk defa mı söylenmeye başlamıştı bunu bilemiyorum. Ve bunun bilinmemesi de çok rahatsız edici.

Bir de ölen insanların şehitlik mertebesi konusu var. Ki ben de tüm yazım boyunca şehit kelimesini kullandım. Oysa;

a)     Eğer şehitlik İslami bir kavramsa (ki öyle olmasa da çoğunlukça öyle anlaşılır ve her şey en yaygın şekilde anlaşıldığı anlamda kullanılır, doğru olmasa bile): Laikliğin savunucusu olarak addedilen ve işleyişinde/görünüşünde dini etmenleri en aza indirmeye çalışan bir ordu neden tüm askerlerini şehit ilan eder? Neden tüm medya “şehit haberleri” verir de askerlerimiz öldü – insanlarımız öldü demez? Ölen her asker Müslüman mıdır? Türkiye için sadece Müslümanlar mı savaşmaktadır? Sadece Müslüman olan birisi mi ülkesini sevebilir, onun için ölebilir, milliyetçi olabilir?

b)     Eğer şehitlik Türk Dil Kurumu sözlüğünde açıklandığı anlamdaysa (ve böyle kullanılıyorsa): ‘1. Kutsal bir ülkü veya inanç uğrunda ölen kimse’ Aşağıda isimleri olan ve öldürülmüş olan bu on üç insan hangi ülkü veya inanç uğrunda ölmüşlerdir? Buna verilecek olası yanıtları sizi ne kadar memnun eder? Bu on üç kişiye sorma şansımız olsa ben bu uğurda ölmüştüm derler miydi?

Yaratılan her algı/inanış insanı açıklanamaz ve anlaşılamaz durumlardan geçirmeye yarar. Bu insanların şehit olmuş olması algısı/inanışı da eminim birçok insanın yasını azaltıyor, yıkılmış anne ve babalarına bir nebze olsun rahatlama sağlıyordur.

Ama bu algı/inanış kesinlikle yeni insanların şehit olmasını önlemek için kesinlikle yararlı olmuyor. Ölen her insan ve getirdiklerinin arasından beni en çok korkutan ve üzen şudur: Cenazede ölen insanın askerlik yapmış/yapmamış abi/kardeşinin: “Ben de askere gideceğim gerekirse ben de şehit olacağım” demesi.

Ben şuna inanmayı tercih ediyorum: Kimsenin şehit olması gerekmiyor. Bunun gerçek olabilmesi için tek yapmamız gereken tüm buna inanlar olarak kimsenin şehit olmaması için çalışmak.

Bu insanlar birçokları onların öldürülme-me-sini istemediği için öldürüldü. En önemli neden bu.

  • •Uzm.J.I.Kad.Çvş. Gökhan YILDIRIM (2006-709) ADANA / CEYHAN
  • •J.Uzm.Çvş. Mustafa GÜNEY(2009-306) ADANA / YÜREĞİR
  • •J.Uzm.Onb. Fahrettin AKSU (2009-586) HATAY / KIRIKHAN
  • •J.Komd.Çvş. Mehmet KAZ GAZİANTEP / NİZİP
  • •J.Komd.Çvş. Emrah EKER GİRESUN / DERELİ
  • •J.Komd.Çvş. Necmettin TORUN SAMSUN / ALAÇAM
  • •J.Komd.Çvş. Ufuk BAŞARI KONYA
  • •J.Komd.Çvş. Noyan AYDIN ZONGULDAK / EREĞLİ
  • •J.Komd.Onb. Aykut DELİMEHMETOĞLU BURSA / İNEGÖL
  • •J.Komd.Er. Barış ÇİÇEKDAĞI GAZİANTEP
  • •J.Komd.Er. Vefa ÇELİK AĞRI
  • •J.Komd.Er. Ethem OKKAY ŞANLIURFA / PAYAMLI
  • •J.Komd.Er. Gökhan KAPLAN TEKİRDAĞ/ ŞARKÖY

Fotoğrafları için…