Mesajlar Etiketlendi ‘Fatih Altaylı’

AKP’nin her daim arkasında olduğunu hatırlattığı ‘halk iradesinin’ meclise yansımadığına isyan eden diğer partiler oldu. Ama aslında Türkiye Büyük Millet Meclisi on yıllardır olduğu gibi aslında tek bir iradenin yansıdığı bir yer olmayı sürdürdü: Türkiye ileri gitmesin iradesi.

Bu iradenin ortaya çıkardığı ‘yemin meselesinin’ düşündürdüklerini tek bir yazıda özetlemek mümkün olmadığı için birkaç yazımsı ile birlikte değerlendirilmesi gerekiyor.

Türkiye’de iş yapan cezalandırılır

Eğer işyerinde sorumluluk alıp iyi çalışırsanız patronunuz size diğer çalışanlardan daha çok iş vererek cezalandırır. Apartmanın boyaya ihtiyacı olduğunu düşünüp dairelerden para toplayıp ustaların başında zamanınızı, sinirinizi harcarsanız komşularınız arkanızdan demediklerini bırakmazlar. Eğer okulda hakkaniyetli çalışırsanız proje arkadaşlarınız işi üstünüze yıkar. Arkadaşlarınız arasında bir toplantı ayarlamak için organizasyon mu düzenlediniz, çoğunluk ya size şikayet eder ya da arkanızdan söylenir.

CHP yemin etmemeye karar vererek bir iş yapmaya kalkıştı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Fatih Altaylı’nın programındaki sözlerini yaklaşık olarak aktarmak gerekirse “…mahkum bile olmadığı sadece tutuklu olduğu halde halktan aldığı oya rağmen meclise giremeyen milletvekiline sahip çıkmazsak, yarın öbür gün halk bize arkadaş sen daha milletvekiline sahip çıkamıyorsun benim işime nasıl çıkacaksın demez mi?” Yaklaşık bunları düşünerek bir iş yapmış oldular gerçekten de.

Peki CHP bu işi yapmaya kalkıştı, doğru ya da yanlış da olsa “bir şeyler” yapmaya kalkıştı da bundan sonra ne olacak?

AKP, Mehmet Tezkan’ın işaret ettiği iki uç yoldan veya arası bir yerden hareket etmek opsiyonlarına sahip. Tezkan’ın da sonunda daha mümkün gördüğü gibi AKP muhtemelen meclisi tatile çıkarıp bu işin mümkün olduğunca uzaması ve CHP’nin zor duruma düşmesine yol açmaya gidecektir. Sinyaller bunu gösteriyor. Yani “bir şey” yapmayacak. Bir sorun yokmuş gibi davranacak.

Kılıçdaroğlu seçim sırasında partisini değiştirmeyi başaramadıysa da en azından söylemini daha ilerikçi bir yöne taşıdı, klasik CHP söylemini geliştirdi. Şu anda bunun için partisi tarafından cezalandırılma aşamasında. CHP yemin konusunda da, Ruşen Çakır’ın da söylediği gibi riskli yolu, yani ucu açık ve AKP’nin veya mahkemelerin aksiyonlarına bağlı bir yolu seçtiği için bu yazı muallakta geçirecektir ve bu sadece ve sadece CHP’nin içinin daha fazla karışmasına; dolayısıyla da bir şeyler yapmaya çalışan Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve dolayısıyla muhtemelen CHP’nin kendisinin cezalandırılmasına yol açacaktır.

Ayrıca Kemal Kılıçdaroğlu “sadece kendi vekillerimiz için değil meclise giremeyen herkes için bu işi yapıyoruz” diyerek riski iyice artırmıştır. Şimdi Balbay ve Haberal meclise girseler bile KCK tutuklusu milletvekillerinin ve hatta Hatip Dicle’nin meclise girememesi durumunda CHP’yi meclise taşımaya karar verirse yine AKP milletvekillerinin ve birçok tarafsız insanın diline düşücektir. Cezasını çekecektir.

10 yıl öncesinden 10 yıl sonrasına bakmak: Dönem farklıydı dışında bir şeyler söyleyebilmek

Bugüne on yıl sonradan bakıldığında, şu anda AKP hakkında düşünülebilecek olan yasalara göre davranıyorlar, mahkemeleri etkileyecek halleri yoktu ya şeklindeki krizi görmezden gelmelerini haklı veya masum gösterebilecek düşünceler, on yıl sonra muhtemelen pek de geçerli olmayacaktır. Ancak AKP’den Türkiye’nin on yıl sonra geleceği “fikri olarak daha ileri bir noktada” davranmasını beklemek umutsuz bir bekleyiş olacaktır. Bundan önce başka partilerden, bırakın partilerden hayatın her alanındaki insanların çoğundan bu davranışı beklemenin daha umutsuz olması gibi. Ne yazık ki.

Ne denmek istediğini daha iyi anlamak için birkaç gün önce Ahmet Hakan’ın hatırlattığı Merve Kavakçı’nın meclise gelme görüntülerini ve İsmail Küçükkaya’nın hatırlattığı Leyla Zana’nın yemin görüntülerini seyredin. Bu olayları size yıllardır anlatılageldiği, hatırlatıldığı şekliyle düşünmeyin ve baştan sanki hiçbir fikriniz yokmuşcasına seyredin. Geçen zamanın size tanıdığı perspektiften, Türkiye’nin değişen koşullarını bilme şansından yararlanarak bakın. Size bugün ile ilgili ne düşündürüyor?

BDP ne yapsın?

BDP Hatip Dicle’ye meclis yolu açılana kadar Diyarbakır’da toplanma kararı almış. Bunu ayrılıkçı bir hareket olarak görmek oldukça kolaydır. Ancak Hatip Dicle’nin seçimine izin verildikten, mazbatasını aldıktan sonra meclise girememesine; KCK’den tutuklu milletvekillerine kaçma şüphesiyle tahliye kararı verilmemesinden sonra BDP’nin yerinde siz olsanız ne yapardınız?

Amaçlarını, bu amaca ulaşma şekillerini anlamayabilir veya onaylamayabilirsiniz; ancak BDP’den verilen koşullar altında farklı şekilde davranmasını beklemek haksızlık olur. Olaya ben onların yerinde olsam (bu düşünceyi kaldıramayanlar ‘hani olmam ya’ şeklinde kendilerini rahatlatıp devam edebilirler) ben ne yapardım yönünden bakıldığında her zamanki gibi işlerinin zor olduğu görülüyor.

Dünyada hiçbir yerde hiçbir halkın; azınlık ya da çoğunluk, haklı ya da haksız devlete, sisteme karşı mücadeleleri kolay olmamıştır zaten. Sizin BDP’ye, ve belki bağlantılı olarak PKK’ya ve bağlantılı olarak Kürtlerin tümüne atfettiğiniz, atfediyor olabileceğiniz çoğu suçun bu da zorlu yolun doğası gereği ortaya çıktığını da hatırlatmak gerekir. Bu suçlar ve yanlışlar yapılmıştır. Ama anlamak ve kendi suçlarımızı da görmeye çalışmak daha güzel bir dünyaya yol almanın dışında büyüklüktür ve sizi güçlü kılacaktır.

Ancak BDP kendisini Hatip Dicle’nin meclise girmesine bağlayarak kendi kendini çok büyük bir sıkıntıya soktuğuna da şüphe yok. İlk akla gelen başka yolların da yaratılabilecek olmasıdır. Tam da bu yüzden, bu karar BDP’nin meclis dışında kalmasının kendisine çok da bir şey kaybettirmeyeceğini düşündüğünü işaret ediyor. Keşke onlar da meclise girerek önemli milletvekili sayılarından yararlanarak (özellikle AKP’yi tek başlarına 330 milletvekili üstüne çıkarabilme gücüne sahip olmalarına güvenerek) önemli işler başarabileceklerine inansalar. Ancak inanmadıkları için yine onları suçlayabilir misiniz?

BDP’nin ‘bugüne kadar yemin ettik de ne oldu?’ diye bile düşünmüş olması mümkündür. Kaldı ki BDP’nin en başta baraj yüzünden, sonrasında da Hatip Dicle kararı ile uğradığı haksızlığı en açık, matematik şekliyle görmek için Sedat Ergin’in linkteki yazısı son derece açıklayıcı.

Tabii ki BDP ve milletvekillerinin geleceğinden çok daha önemli olan bir şey varsa o da Türkiye’de yaşayan Kürtlerin geleceklerinin bu kararlardan olumsuz etkilenme ihtimali olmasıdır. Aslında bu olayda yeni Anayasa’nın daha da zora girmiş olmasıyla birlikte önemli olan, belki de daha önemli olan tek konu budur.

Ama en, en önemli olan şunun farkına varabilmektir: Bu olay sadece Kürtler için değil Türkler için de en az o kadar önemlidir.

Milletvekilleri meclise girmeli mi?

Halkın iradesi argümanını bir kenara bırakın; bırakın çünkü halkın iradesinin Türkiye’yi doğru noktaya götürüp götürmediği ve normalde de ne kadar tecelli ettiği; hatta kimi örneklerde halkın kim olduğu bile tartışmalı bir konudur.

Soru basit: Son seçimlerden sonra milletvekili olmaya ‘hak’ kazanan ve bugün meclise giremeyenlerin meclise gire-me-mesi doğru mudur?

Hayır değildir. Konunun hak-hukuk/delillerin toplanamaması/Ergenekon’daki uygulamaların zaafiyeti/kaçma-kaçmama şüphesi kısmına burada girmeyeceğim. Asıl “Hayır değildir” dememi getiren bakış açısı şudur: Bu insanlar kimilerinin savunduğu gibi Türkiye’de çok önemli işler başaracakları için, veya halk özellikle onları istediği için, ya da büyük haksızlıklara maruz kaldıkları için meclise girmemeliler. Ya da yukarıda sayılan teknik/insani/hukuki olaylar da değil girmelerini gerektiren. Meclise girmeliler, çünkü Türkiye halkı ve insanı bugüne kadar evrildiği noktada politikalarını seçecek siyasetçilerini bu şekilde seçmektedir; ve mantık da hakkaniyet de bu insanların da aynen bu şekilde seçilmeleri gerektiğini söylüyor. Nasıl ki Türkiye halkı ve insanı bundan önce politikacılarını seçerken bunun doğru olup olmamasından, adaletli olup olmamasından, halkın iradesi olup olmamasından çok; tüm kriterlerin/etkilerin kaynaşmasıyla ortaya çıkan Türkiye’nin hakettiğini bulması (ki herkes ve herşeyin hak ettiği,ve uğrunda çalıştığı sonucu bulacağı varsayımı ile bunu söylüyorum) diğer her noktadan daha önemli olmuşsa, burada da tek kriter bu olmalıdır.

Ama bu bakış açısı kendi içinde bir çelişki de barındırmaktadır. Önümüzdeki dönem Türkiye halkı ve insanının bugün geldiği noktada ortaya nasıl bir sonuç çıkarmayı “hak ettiğini” gösterecektir. Bakalım bu “hak” söz konusu milletvekillerini meclise taşıyacak mı ve ne şekilde taşıyacak. Çünkü seçimden önce ve seçimden sonra Türkiye ve insanının geldiği nokta ve dolayısıyla “hak” ettikleri değişmiş olabilir. Umarım, iyiye doğru.

Acelecilik, son dakikacılık

Bütün bu olayların ortaya çıkardığı bir diğer ihtimal de aceleyle yeni yasalar veya yönetmelikler için çalışmalara başlanılacak olmasıdır. Yıllardır meclis aceleyle, özel durumlar, spesifik olaylar için birçok yasa çıkardı. Ve oldukça bol vakti varken, düşünme-planlama şansı varken de çıkarılması gereken birçok yasayı çıkarmadı.

Bu ülke MHP ve AKP’nin aceleyle “sadece çene altından bağlayarak başını örterse üniversite’ye girebilsin” şeklindeki yasa tasarılarını gördü. Ve bu kavram, bu fenomen kimseyi rahatsız ediyor gibi gözükmüyor. Uzun yıllar boyunca değişeceğe de benzemiyor. Biz de uzun yıllar bu tip aceleci, son dakikacı oluşumların acısını çekmeye devam edeceğiz. “Acele işe şeytan karışır” atasözü AKP’nin dokuz yıl önce söz verip bir türlü konuya gelemediği dokunulmazlıkların kalkması yasasının konuşulmasının ertelenmesi için, “Bugünün işini yarına bırakma” atasözü ise üst yargı üyelerinin atama şekillerinin bir an önce değiştirilebilmesi için referanduma gidilmesi gibi işlerde kullanılırken; konu başka şeylere gelince Türkiye neden hep “Kısa günün karı” peşindedir? Örneklerin AKP’den olduğuna bakmayın, hepimizin içinde olan bir nevi ‘hastalıktan’ bahsediyorum.

En sonda…

Yukarıdaki tüm düşünülenler ve söylenenler yazının en başında söylenen iradenin ne kadar güçlü olduğunu göstermiyor mu?

İşte Türkiye’yi gizlice yönettiğini veya kötüye götürdüğünü düşündüğünüz o derin devlet/askerler/geri kafalılar/şeriatçılar/dış komplolar/yolsuzların ve onların ortaya çıkmasına ve yaşamasına izin veren zihniyetin arkasında aslında belki de Türkiye’yi yöneten tek bir şey vardır; o da bu en güçlü iradedir.