Mesajlar Etiketlendi ‘aile’

İlk yetişkin romanını okuduğunda kendisini farklı hissetmişti. Yeni bir dünyaya girmişti. Artık o çok bilmiş büyüklerinin yapabildiği bir şeyi yapıyordu, hem de hiç eksik olmadan, hiç geri kalmadan. Ve sonra televizyondan veya bir amcadan/teyzeden öğrendiği ilginç bir bilgiyi okul köşesinde arkadaşlarına satarken heyecanlandı. Derslerinden öğrendiği sadece notlar değildi ya, bunu her yeri geldiğinde kullandı. Tarihten, biyolojiden, fizikten, matematikten, edebiyattan bildiği her ne varsa ilk fırsatta bunu gösterdi. Aile toplantılarında, arkadaş çevresinde öne çıktı. Akıllıydı, bilgiliydi, zekiydi. Bir şey bilmedeğini fark ettiği büyüklerin, bir şey hatırlamayan babasının, çok da umursamayan annesinin, nasıl olur da bilmediğine şaşırdığı yaşıtlarının yarı dinleyen kulaklarına anlattı da anlattı. Bilmiş bir ifadeyle, tıpkı çocukken ona bilmediği bir şey öğretilirken olduğu gibi.

Sonra romanların, düşüncelerin dünyasına daldı. Sadece test çözmeyecekti ya kendisini bir adım daha ileride görecekti. Klasikleri de okudu, günün popüler romanlarını, okunması zor kalın kitapları da okudu, başkalarının anlamsız dediği anlamıyorum dediği kitapları da yanında gezdirdi. Üniversiteye öyle boş gitmeyecekti. Öğretmenlerinin çoğunu beğenmemeye başladı ama bazılarına da hayrandı. Çünkü bir şeyler öğretiyordu ona. Aynı şey abiler, ablalar için de geçerli oldu. Kim ki daha havalı bir ünivesitede okuyordu, kim ki daha sofistike cümle kurabiliyordu onun ağzına bakar oldu. Yetişkinlerin çoğu geri kalmış, bilgisizdi ama yine de onların beğendiği, övdüğü abi/abla da daha değerliydi.

Televizyon aptal kutusuydu artık. Eğer illa izlenecekse herkesin izlediği seviyesiz yerli diziler yerine yabancı diziler izlenecekti. Ama sinema daha heyecanlıydı. Sinemada da öyle her filme gitmezdi, film zeki olmalıydı, heyecanlı olmalıydı, bir şeyler anlatmalıydı, ama özellikle ve özellikle herkesin gitmediği bir film olmalıydı. Mümkünse arkadaşlarının ben bu filmden bir şey anlamadım dediği film olmalıydı, ki anlayabilsin. Ondan sonra arkadaşına ister aktarırdı çözdüklerini ister aktarmazdı. Posta yerine Cumhuriyet okurdu, ya da Sabah yerine Yeni Yüzyıl, Radikal, Zaman. Bununla da içten içe gurur duyardı. Yeter ki sıradan bir gazete okumasın. Sıradan köşe yazarlarını da okumazdı ama diğerlerini tıpkı çok değerli abileri ablaları gibi takip ederdi Can Dündar’ını, Bekir Çoşkun’unu, Serdar Turgut’unu… artık kim onu daha çok bildiğine ikna ediyorduysa. Çünkü artık bilmedikleri değerliydi.

Üniversiteye de o hızla girdi. Sadece derslerden ibaret olmayacaktı hayatı. Ders de sadece dersi öğrenmek için değildi. Çok daha fazlasını alıp çıkacaktı her girdiği sınıftan, her hocanın suyunu sıkacak bilgisini içecekti. Dersler yetmezdi. Kulüplere katılacaktı. Konferanslara gidecekti. Ulusal yetmezdi, uluslararası organizasyonlara katılacaktı. En zeki, en bilgili insanlarla takılacaktı hep. Tek önemli olan ona bir şeyler katabilen bir insan olmasıydı. Romanlar, kitaplar daha da önemli olacaktı. Daha klasikleri, daha kalın kitapları, daha anlaşılmazları okuyacaktı. Sinema da yetmezdi artık kıyıda köşede kalmış, az bilinen, kült olan önemli filmleri izleyecekti. En anlaşılması zor, en sofistike şarkıcıları, müzikleri dinleyecekti. Her şeyi tadacaktı. Her şeyin en iyisini görmüş olacaktı. Nerede bir düşünce varsa, nerede bir akım varsa, nerede bir teori varsa, nerede bir kavram gelişiyorsa o çoktan biliyor olacaktı.

Her şeyin ama her şeyin farkında olacaktı.

Tabii bütün bu bildikleri de yetmezdi. Bunları arkadaşlarıyla tartışacaktı. Her konuda konuşacaktı. Kapitalizm-komunizm, politika, hayat, adalet, ölüm, din, eğitim, ırkçılık, sınıf farkları, ahlak… hiçbir şey onun düşüncesinin uzanamadığı yerde olamazdı.

O ülkenin, vatanının, milletinin, çağının, çağdaşlarının en önde gelenlerindendi. Liderlik yapacaktı. Örnek olacaktı. Yeni şeyler yapacaktı; eskiyi yenileştirecek, sıradanı olağanüstüleştirecek, geleneksele devrim yaptıracaktı. Farklı olacaktı. Her şey onun el atması, onun sihirli dokunuşu için oradaydı.

Hayalleri de öyleydi. İstediği alanda iş bulacaktı, kariyer yaparken bir yandan gelişmeye devam edecekti. Tıpkı sadece ders olmadığı gibi sadece iş de olmayacaktı. Hızla yükselirken hızla farklı bir insana dönüşecekti. Eşi de öyle olacaktı. Arkadaşları da. Eski arkadaşları da onunla birlikte gelişecek, değişecekti. Yeni arkadaşları daha da mükemmel olacaktı, çok daha farklı hayat tecrübelerinden gelecek, çok daha parlak olacaktı.

Sonra bir gün mezun oldu…

İş aradı, buldu. Tam istediği, hayal ettiği iş değildi ama gerçekçi olmak lazımdı. Çalışır değiştirirdi. Ya da istediği pozisyona gelirdi.

Sonra para kazanmaya başladı…

Parayla birlikte harcayacak yeni yerler de öğrendi. Sonra para harcamaya başladı. Bütün bu kazanma-harcama sırasında fazla vakti kalmadı. Harcayacak çok şey buluyordu, çok çalışması lazımdı. Bir yıl önce öğrenciyken ailesinden aldığı harçlıklar hiç sorun olmuyor az geliyordu, şimdi ailesinden para almak ağrına gidiyordu. Ama yine alıyordu. Ama almamak için daha çok çalışması lazımdı, daha harcıyamazdı ya. Ayrıca ev alması lazımdı, araba alması lazımdı. Yurt dışına tatile gitmesi gerekiyordu. Sonra çok çalıştığı için iyi tatil yapması da lazımdı. İyi tatil ancak çok parayla oluyordu, çünkü vakti yoktu.

Romanları haftada iki üç gün yatmadan önce okuduğu onar sayfaya inmişti. Sadece popüler romanları takip edecek gücü kalmıştı. Bazen haftalar oluyor tek sayfa okumuyordu.

Gazeteleri de artık öyle okuyamıyordu. Takip edebildiği kadarıyla tv haberlerinden ya da gazetelerin internet sitelerinin ana sayfalarından takip ediyordu. Orada da günün stresini komik videolar, ilginç fotoğraf galerileriyle atıyordu.

Arkadaşları da çok çalışıyordu. Buluştukları zaman fazla bir şey yapacak vakitleri yoktu, birlikte para harcamaya gidiyorlardı. Orada başka nerede para harcanabileceğini, nerede para harcadıklarında çok keyif aldıklarını, nereden daha çok para kazanılabileceğini ve kimin nereden, ne kadar para kazandığını konuşuyorlardı.

Film konusu tekrar sinema günlerine dönmüştü. Ama artık herkesin izlediği filmi mutlaka izlemesi gerekiyordu. Çünkü iş arkadaşları ve arkadaşları ve iş arkadaşı olan arkadaşları ‘mutlaka’ izlemelisin diyordu. Diziler de hala yabancıydı ama en popüler olanlarıydı. Yine ‘mutlaka’ izlenmesi gerekenlerdi. Hatta dizilere tekrar yerlileri de katıyordu, çünkü kafası artık kaldırmıyordu.

Birisi eskiden ucundan köşesinden geçtiği felsefelerin, düşüncelerden bahsediyorsa, daha önceden kullandığı bir argümanı hatırlayabilirse heyecanla katılıyordu tartışmaya. Ama tartışmanın hemen orada bitmesi lazımdı. Fazla devam ettirecek zamanı da yoktu, merakı da. Eğer bilmediği bir şeylerden bahsediyorlarsa beyni sanki ona itaat etmiyor kapanıveriyordu. Kulaklarından geçmiyordu adeta sözler.

Eğitim hala daha önemliydi. Şirketin ekstra eğitimlerine katılıyordu. İyi sertifika, konferanslar buluyordu, özellikle ofisine, masasına asınca güzel duracak. Bir yerlerde yüksek lisans da bakıyordu, şöyle prestijli, CVsinde iyi gözükecek.

Eskiden yaptığı gibi kulüplere, yardım organizasyonlarına ayıracak vakti yoktu. Ama sağlık önemliydi, bir gym club’a yazıldı, gidemiyordu ama olsun. İş dışındaki konferans eğitim seminerlerine, eskiden çalmak isteyip de çalamadığı müzik enstrümanlarının öğretildiği kurslara, öğrenmek isteyip de öğrenemediği dillerin kurslarına katılamıyordu ama onun yerine outdoor daylere, festivallere, yemek kurslarına, yeni akım workshoplara, dans kurslarına katılıyordu.

Yeni arkadaşlar da ediniyordu. Çevresini, networkünü geliştiriyordu. Yeni arkadaşları kendi çevresinden; hep daha kariyerli, hep daha zengin oluyordu.

Politik tartışmaya girecek fazla vakti yoktu. Eğer onunla aynı fikirde düşünen birini bulursa karşılıklı beraber atmalarında bir zarar görmüyordu ama. Atarken de hep bu gazetelerin internet sitelerinden gördüklerini kullanıyordu. Ya da iş arkadaşlarından duyduklarını. Bir de hep aynı şeyleri söylüyordu.

Eşini de seçmişti. İyi bir kariyer planı ve maaşı vardı. Hem de düzgün bir adam/kadındı. Birlikte para harcamayı sevdiği birisiydi. Beraber güzel yerlere yemeğe gidiyor, özel toplantılara katılıyor, sinemada, yurt dışı/yurt içi tatillerinde, alışverişte aynı zevki paylaşıyorlardı.

Sonra çocuk da düşünmeye başladı. Onun için hayaller kuruyordu. Tıpkı kendisi için kurduğu gibi. Hatta hatta, aynıları mıydı ne?

Gerçekleştiremediği hayalleri vardı onu fark etti. Pardon hatırladı, unutmuştu. Şimdi onu çocukları gerçekleştirecekti. Tıpkı onun anne, babasının hayallerini gerçekleştirmiş olduğu gibi.

Anne ve babası çok çalışmış ve ona iyi bir gelecek sunmuşlardı. Kendilerinin gerçekleştiremediği hayalleri onun gerçekleştirmesini sağlamışlardı. Anne ve babasının hayali onun çok iyi bir işe girip, çok çalışarak çok para kazanabilmesi, kendisi gibi çok kazanan bir eş bulup, beraber istedikleri gibi para harcayabilmeleriydi demek ki.

Şimdi de o çok çalışacak ve kendi gerçekleştiremediği hayalleri çocuğunun gerçekleştirmesini sağlayacaktı.

Lisedeyken, ortaokuldayken, gençken, deli-kanlıyken kendime-arkadaşlarıma bakıp şöyle şeyler düşünürdüm: Eğer seks yapamamak dolayısıyla seks muadili eforlara ve düşüncelere harcanan vakit, beyin ve enerji başka uğraşlara kanalize olsa nasıl olurdu? Sonra yabancı filmlerde, dizilerde kolayca eşleşerek yolunu bulunan yabancı gençleri ve özellikle doksanlı yıllarda “gelişmişliklerine” gıptayla baktığımız ülkelerini görüp de Türkiye-diğer ülkeler karşılaştırması yaptığımda da kendi kendime gerekçeli kararımı verirdim: Herhalde Türkiye çok daha ileri giderdi, fırlardı, coşardı…(bu nokta herhalde tekrar düşüncelerimi kaybettiğim yere denk geliyor).

Yine düşündüğüm başka bir şey de bu verimli yılları, yine abilerimizin-ablalarımızın haline bakıp önümüzdeki verimli yılların da, büyük kısmını yine bu “ah tam düşünmeye başlamıştım ki ne oldu ben de anlamadım” haliyeti ruhiyeti içerisinde geçirdiğim ve geçireceğimdi. Nitekim çok değil işte birkaç yıl sonrasında; eskiden vız gelip tırıs geçen günlük zihinsel kavrayışların, basit algoritmik-analitik sorunların karşısında her an mallaşabilen ben, o verimli yılların geride kaldığının birinci elden tanığıyım. Yani geçmişteki verimli ben geleceğim konusunda oldukça haklıymışım.

Sadece kendi adıma konuşmak istemiyorum, arkadaşlarımı da kendimle birlikte aşağı götürmek niyetindeyim – öylesi daha az utanç verici; acaba diyorum, sekse kavuşsaydık da yine beyin acaba çoğunlukla seks-ilişki-aşk üçgeninde düşünce üretmekten ileri gidemez miydi? Bunu bilmek artık zor. Belki özgürce sevişerek büyüyen biri bizi aydınlatır.

Neyse ki o zamanlarda; şimdi de geçmişe dönüp geri bildirim yaptığımda neden sevişmenin gerçekleşmediği konusunda da kafa yorma şansım oldu. Malum seks ile ilgili düşüncelerini bitirdiğinde beyin seks ile alakalı düşüncelere de biraz olsun yer açıyordu.

Belli bir yaşlanma, bol film-kitap, ziyadesiyle çok ilişkinin derdini çoğunluk erkek ama nispeten kız perspektifinden de gözlemleme şansı bulduktan sonra vardığım başka bir karar daha var: Erkek’in manipülatif-adanmış-yalvaran-nispeten zavallı etkisi göz ardı edilemeyecek olsa da seks ve ilişkide son tahlilde karar kadınındır (seksi açık açık kullandığım için ilişkinin burada genelde seks diyemeyen insanlar tarafından kullanıldığı sevişme anlamında değil de iki insanın iletişimi ve manevi beraberliği anlamında kullanıldığının anlaşıldığını umuyorum).

Hangi filmde olduğunu hatırlamamakla birlikte, şu espri güzel bir şekilde özetler sanırım: Kadınla ilk randevusuna gelmiş erkek konunun ilk buluşmaların gergin olmasına gelmesi üzerine “ben erkeklerin neden gergin olduğunu biliyorum, çünkü biz bütün gece sonunda seks olacak mı diye düşünüyoruz ve bilinmeze yol alıyoruz, ama kadınların neden gergin olduğunu bilmiyorum; çünkü onlar gecenin sonunda ne olacağını biliyor.”

Belki benim bu karara varmamda yine Türkiye’nin boğucu “çıkmak zor, sevişmek imkansız” kültüründe ezilmiş olmam yatıyordur ve o kadar da doğru değildir.

Ancak kadınların da kafayı ne kadar ilişkilerle ve asla kabul etmeyecekleri kadar seksle bozdukları düşünülürse beyin göçünün sadece erkeklerden olmadığı kesin.

Seksin kolay olduğu bir ülkede olsak değişen ne olurdu? İşte bu apayrı bir yazı, blog, kitap konusu. “Seksin kolay olduğu hayali bir Türkiye geçmişi” üzerine yazılacak bir romanın haklarını hemen burada kendime saklıyorum. Ama gelin neden seksin kolay olmadığı üzerine düşünelim (eğer şu anda hala daha seks düşünmüyorsanız tabii).

Her zaman olduğu gibi bir erkek olarak suçu kadınlara atmama izin verin. Ne ilk ne son olacağı için bu noktanın yazının geri kalanında kaybolacağına güveniyorum.

Türkiye’de gençler özgürce sevişemez, sevişirse gizlemek zorundadır, sevişmek normal değildir. Siyasetin son on yılının göz bebeği kavramı muhafazakarlık Türkiye’de bu konuda bakidir. Yani koruma. Kızını koruma, bekaretini koruma, namusunu koruma, mahalledeki adını koruma. Yani devamlı bir muhafaza hali mevcuttur.

Şimdi gençliğimde doyasıya kullanamadığım beynimin sözde bilimselleşmesine izin vererek soruna kendi bokunu koklamakta olan köpek misali ürkek ama meraklı bir şekilde yaklaşıyorum. Tasmamı çekiştirmeyin.

Sevişmede son karar kadınındır.

Erkek hep hazırdır, en azından öyle olduğunu iddia eder.

Bu durumda Türkiye’de daha çok seksin olmamasının nedeni kadınlardır.

Kadınlar da erkekler gibi/kadar yaratıları gereği cinsel dürtülere sahiptirler, dolayısıyla sevişmek isterler.

Bu durumda kadınlar neden sevişmez?

Kadınların (kızların?) sevişmeme kararını almada bir kişisel faktörler bir de sosyal faktörler olduğunu varsayalım. (Fiziksel bir faktör düşünemiyorum, yani aklıma gelen birkaç bayağı örnek dışında.)

Sosyal faktörler herhalde üstünde daha kolay uzlaşılabilecek olanlardır: Aile baskısı. Çevre baskısı. Bekarete atfedilen önem. Belki, uygun erkeklerin de azlığı.

Bir birey olarak kadının da cinsel dürtüleri olduğunu ve bunu istediğini düşünürsek kişisel olarak sevişmeme kararı almasında fizyolojik değil duygusal nedenler olduğu kanaatine varmalıyız. Varalım. Kendisini duygusal olarak sevişmeye hazır hissetmiyor olabilir. Burada da duralım. Bir kadının nasıl hissettiğini bilmeye gençken sevişmeye ne kadar yakınlaşabildiysem ancak o kadar yakınlaşabildiğim için kadınların sevişmemek için duygusal nedenleri konusunda bundan daha fazla konuşmam katliam olacağı için burada susuyorum.

Ama mantıksal olarak çıkarım yapmaya kalkarsam, şüphesiz ki (çıkarım yapmaya kalktığım anda tüm şüphelerim son buldu) her duygusal, kişisel kararda olduğu gibi aslında sevişmemenin altında yatan kişisel nedenlerin arkasında da sosyal faktörlerin yer aldığını söylemek yersiz olmaz. Yani kadınlar sevişmemeye karar verirken sosyal faktörlerden ve kişisel faktörlerden etkileniyorlar. Ama bu kişisel faktörler de zaten ağırlıklı olarak (bir anda ağırlıklı oldu ama arayı siz yazıverin) sosyal faktörlerden etkileniyor/kaynaklanıyor.

Şimdi bu kadar yazıdan sonra asıl söylemek istediğime yaklaşıyorum. (Aslında yaklaşmadım ama devam etmeniz için böyle yazmak durumundayım.) Yazıyı yazmaya başlarken içimden çıkarmak istediğim, bünyemden atmak istediğim cümleye, düşünceye geleceğiz birazdan. Bu kadar dolaşmaya gerek var mıydı derseniz? Evet, çünkü siz bunu hak ediyorsunuz. Ama aynı zamanda bu noktada itiraf etmek de istiyorum; aşağıdaki düşünceye vardıktan sonra yazının geri kalanını ona göre dizayn ettim. Her şeyi onun için yaptım. Yani bir bakıma düşünce vardı. Sonra oraya sizi üsturuplu bir şekilde getirebilmek için nasıl bu düşünceye ulaşılabileceğinin yollarını aradım. Yani sonunda seks olacağını bildiği için gerçekten bir kıza aşık olan erkek davranışı sergiledim.

Devam edelim. Demek ki ağırlıklı olarak kadınların sevişmesini frenleyenler sosyal faktörler. En azından tartışılamayacak bilimsel yaklaşımımız (oksimoronlar bir fikri her zaman güçlendirir) bizi bu noktaya getirdi.

Peki ne oluyor, nasıl oluyor da bu sosyal faktörler kadınları frene bastırıyor. Çünkü ben gaza basmaları için gençlik yıllarımdaki uzun düşüncelerim sayesinde birçok neden buldum. En başta da şüphesiz tüm sosyal faktörleri ortadan kaldıran “toplumdan gizli sevişme” var. Sakın bu noktada gaza gelip “zavallı Cem, senin haberin yok zaten insanlar gizlice sevişiyorlardı” olayına/yalanına girmeyin. Özellikle lisede, üniversite, nispeten üniversite sonrasında bile; sevişip de bunu anlatmayacak, hadi centilmense de en azından çıtlatmayacak-ima etmeyecek erkek sayısının çok olduğunu iddia etmek durumunda kalmış olursunuz ki, bu komik. Yok biz kızlar kendi aramızda sevişiyorduk sizin haberiniz yoktu diyorsanız ayrı.

Nerede kalmıştık? Cümleye doğru gidiyoruz. Ellerindeki çeşitli olasılıklara rağmen sevişmeyi, bırakın sevişmeyi cinsel atraksiyonlarda bile bulunmayı reddeden, erteleyen, buna direnen kadınların kararının arkasında ne yatıyor?

Bu noktada Türk kızlarını daha iyi anlayabilmek ve ortak ve farklı değerleri kıyaslayabilmek açısından daha önce bahsedilen “nispeten daha rahat sevişen dünya” ve Türkiye’nin de içinde olduğunu baştan beri varsaydığımız “sevişmenin normal olmadığı dünya” adlı iki ayrı grupla karşılaştıralım.

Toplum yapıları ve seksin toplum içindeki yansıması şüphesiz farklı. Misal, bizde evli olan insanların da yaşça büyük bekar insanların da seksi gizlidir. Oysa diğer dünyanın çocukları anneleri, ablaları, amcaları, teyzelerinin sevişmesini büyüyerek izliyor. Açıkçası bu farkları fazla anlatasım yok, eğer bilmiyorsanız gidin öğrenin, gençliğimde yeterince düşünüp dertlendik (burada yine arkadaşlarımı satıyorum).

Ama sevişmeyen dünya ile ortak yapıya bakmakta fayda var. Toplum yapısı, sevişmeye bakış açısı, v.b evet. Daha önemli olan ve sadece “sevişmeyen dünya” ile değil “sevişen dünyanın” sevişmeyen çocuklarında da ortak gözlenebilen nokta ise aile etkisidir.

Malum bizde aile önemlidir. Aslında yurt dışında da önemlidir. O zaman? Bizde ailenin daha önemli zannedilmesinin nedeni “aile” kavramının hayatın çok daha önemli bir noktasına oturtulması ve kişinin oluşturulmasına izin verilmeyen bireyselliğine, kişiliğine aile dışındaki etmenlerin de sokulmasına izin verilmemesi olabilir mi? Biliyorum ilk defa ilginç bir şey söyledim (bkz. Şartlandırma) ve üzerinde çok yazmak gerekir; ama yazsam bu sefer de çok uzun olacak ve okunmayacak.

Madem ısrar ettiniz, sadece bir paragraflığına açalım konuyu o zaman… Sevişen dünyada da Türkiye’de de çocuğu aile büyütüyor ve hayatında oldukça büyük bir yer kaplıyor. Ancak toplum içinde ailelerin nasıl davrandığını gözlemleyerek bile varabileceğiniz çok basit sonuçlar var. Ve evet burada şımartmanın ve devamlı çocuğun peşinden koşmanın ötesinde sonuçlardan bahsediyorum. Bizde daha küçük bebelerden itibaren başlayarak çocuğun etrafının daha sıkı sarılması (etkileşim ve fiziksel olarak), çocuğun aile içinde mutlu/özgür olması-dışarıda limitlenmesi için elden gelenin yapılması, uğruna yapılan fedakarlıkların devamlı olarak hatırlatılarak çocuğun borçlu olduğunun hissettirilmesi, hayatta hayırlı evlat olmaktan daha üst hiçbir mertebe olamayacağının devamlı olarak altının çizilmesi… Bu gözlemler; toplumun da bireysellikten uzak kollektivist bir yapıya sahip olması, bir cemaat-grup’a ait olmanın gereklilik ötesi olarak gösterilmesi ile birleştirildiğinde yukarıdaki önerimi destekleyecek bir cevabın temelleri atılabilir.

Aile etkisinin sevişmeme kararında en önemli etmen olduğunu kanıtlayamadıysak da en azından güçlü bir teori/öneri olarak ortaya koyduğumuz sanısıyla bir adım daha atalım. Nasıl oluyor?

Ama buna gelmeden önce “Ne güzel seks konuşuyorduk neden olay birden bireysellik falan oldu” diyenlerden özür dileyeyim. Dediğim gibi amacım bir düşünceye varmak. Ama demediğim aslında bunun bir düşünce değil, kafamı kurcalayan bir soru olduğu. O yüzden mümkün olduğunca seks/sevişme kelimelerini tekrarlayarak sizi yazıda buraya kadar tuttum.

Toplum zaten ailelerden oluşuyor. Yani az önce sosyal faktörlerde sıralanan oluşumlar aslında ailelerin tekil değer/davranışlarının birleşiminden meydana geliyor. Ama tabii ki her aile birbirine benzer düşünmüyor. Ama her aile içinde yaşadığı toplumdan da doğrudan etkileniyor. Bu durumda ortaya ailenin ya kendi düşüncelerinden (ki bu ailelerin de zaten yine bu toplumda içinde büyüyen fertlerden oluştuğunu da düşünürsek) ya da içinde yaşadığı toplumun etkilerinden, en doğrusu da ikisinin etkleşiminden dolayı oluşturulan “sekse karşı bir duruş” ortaya çıkıyor. (Karşı esprisi doğal olarak oluşmuştur.)

Sonra çok daha evrensel bir durum etkiye giriyor; her aile kızlarının iyiliğini istiyor. Bütün bunların sonucunda da bu toplumun içine salacakları kızlarına direkt olarak demeseler de, ki emin olun sadece çok küçük bir yüzde direkt olarak demiyor, sevişmeden önce iyice düşünmelerini, beklemelerini, çok dikkatli olmalarını, etrafından gelebilecek tepkilere karşı haberli olmalarını öğütlüyorlar/hissettiriyorlar/yönlendiriyorlar.

Araya kısa bir hatırlatma; aslında bunların hepsini “sevişmenin daha kolay olduğu dünyadaki” aileler de yapıyor, ama önemli fark ‘ailenin öneminin’ farklı olması.

Peki Cem Yılmaz’ın son derece bilimsel bir şekilde ortaya koyduğu gibi doğal olarak yalan söylemekte usta olan, ailelerine birçok konuda karşı gelebilen, gerektiğinde hayatlarını gizleyen, içgüdüsel cinsel dürtülerinin etkisi altında olan, Türkiye’de kendisiyle sevişmek isteyen bol erkek seçeneğini bulmakta yurt dışındaki akranlarına göre çok daha az sıkıntı çeken ve her zaman için gizlice sevişme/cinsellik yaşama opsiyonunu elinde bulunduran bu kızları sevişmemeye iten en önemli etken olan aile etkisi nasıl çalışıyor? Sevişmemeyi geçtim herhangi bir atraksiyondan uzak durmaya neden olan aile etkisi nasıl çalışıyor?

Aileler kızlarını o kadar çok seviyor ve kızlar da ailelerini o kadar çok seviyor ki onları üzmemek için mi sevişmiyorlar?

Aileler kızlarının üstünde o kadar etkili ve onları o kadar korkutuyorlar ki bu kızlar sevişemiyorlar mı?

Aileler kızlarını öyle bir ikna ediyorlar ki kızlar da sonunda sevişmemenin gerçekten daha doğru/daha normal olduğu kararına mı varıyor?

Artist artist yazıp da sonunda aydınlatıcı bir bulguyla ortaya çıkacağımı sanmadınız ya? Evet, bu yazıyı sadece bu soru-acabaları sistemimden kusayım diye yazdım. Varsa cevabı, fikri olan beri gelsin.

Not: Ee evladım bir kıza sorsaydın ya direkt diyen arkadaşlara sorarım, sizce onlar biliyor mu? (Yoksa biliyorlar mı?!) İşte buradan sormuş oldum. Zaten herkes cevabı kendine verse bile yeter (yetmez) bana.