Ağustos, 2011 için arşiv

İlk yetişkin romanını okuduğunda kendisini farklı hissetmişti. Yeni bir dünyaya girmişti. Artık o çok bilmiş büyüklerinin yapabildiği bir şeyi yapıyordu, hem de hiç eksik olmadan, hiç geri kalmadan. Ve sonra televizyondan veya bir amcadan/teyzeden öğrendiği ilginç bir bilgiyi okul köşesinde arkadaşlarına satarken heyecanlandı. Derslerinden öğrendiği sadece notlar değildi ya, bunu her yeri geldiğinde kullandı. Tarihten, biyolojiden, fizikten, matematikten, edebiyattan bildiği her ne varsa ilk fırsatta bunu gösterdi. Aile toplantılarında, arkadaş çevresinde öne çıktı. Akıllıydı, bilgiliydi, zekiydi. Bir şey bilmedeğini fark ettiği büyüklerin, bir şey hatırlamayan babasının, çok da umursamayan annesinin, nasıl olur da bilmediğine şaşırdığı yaşıtlarının yarı dinleyen kulaklarına anlattı da anlattı. Bilmiş bir ifadeyle, tıpkı çocukken ona bilmediği bir şey öğretilirken olduğu gibi.

Sonra romanların, düşüncelerin dünyasına daldı. Sadece test çözmeyecekti ya kendisini bir adım daha ileride görecekti. Klasikleri de okudu, günün popüler romanlarını, okunması zor kalın kitapları da okudu, başkalarının anlamsız dediği anlamıyorum dediği kitapları da yanında gezdirdi. Üniversiteye öyle boş gitmeyecekti. Öğretmenlerinin çoğunu beğenmemeye başladı ama bazılarına da hayrandı. Çünkü bir şeyler öğretiyordu ona. Aynı şey abiler, ablalar için de geçerli oldu. Kim ki daha havalı bir ünivesitede okuyordu, kim ki daha sofistike cümle kurabiliyordu onun ağzına bakar oldu. Yetişkinlerin çoğu geri kalmış, bilgisizdi ama yine de onların beğendiği, övdüğü abi/abla da daha değerliydi.

Televizyon aptal kutusuydu artık. Eğer illa izlenecekse herkesin izlediği seviyesiz yerli diziler yerine yabancı diziler izlenecekti. Ama sinema daha heyecanlıydı. Sinemada da öyle her filme gitmezdi, film zeki olmalıydı, heyecanlı olmalıydı, bir şeyler anlatmalıydı, ama özellikle ve özellikle herkesin gitmediği bir film olmalıydı. Mümkünse arkadaşlarının ben bu filmden bir şey anlamadım dediği film olmalıydı, ki anlayabilsin. Ondan sonra arkadaşına ister aktarırdı çözdüklerini ister aktarmazdı. Posta yerine Cumhuriyet okurdu, ya da Sabah yerine Yeni Yüzyıl, Radikal, Zaman. Bununla da içten içe gurur duyardı. Yeter ki sıradan bir gazete okumasın. Sıradan köşe yazarlarını da okumazdı ama diğerlerini tıpkı çok değerli abileri ablaları gibi takip ederdi Can Dündar’ını, Bekir Çoşkun’unu, Serdar Turgut’unu… artık kim onu daha çok bildiğine ikna ediyorduysa. Çünkü artık bilmedikleri değerliydi.

Üniversiteye de o hızla girdi. Sadece derslerden ibaret olmayacaktı hayatı. Ders de sadece dersi öğrenmek için değildi. Çok daha fazlasını alıp çıkacaktı her girdiği sınıftan, her hocanın suyunu sıkacak bilgisini içecekti. Dersler yetmezdi. Kulüplere katılacaktı. Konferanslara gidecekti. Ulusal yetmezdi, uluslararası organizasyonlara katılacaktı. En zeki, en bilgili insanlarla takılacaktı hep. Tek önemli olan ona bir şeyler katabilen bir insan olmasıydı. Romanlar, kitaplar daha da önemli olacaktı. Daha klasikleri, daha kalın kitapları, daha anlaşılmazları okuyacaktı. Sinema da yetmezdi artık kıyıda köşede kalmış, az bilinen, kült olan önemli filmleri izleyecekti. En anlaşılması zor, en sofistike şarkıcıları, müzikleri dinleyecekti. Her şeyi tadacaktı. Her şeyin en iyisini görmüş olacaktı. Nerede bir düşünce varsa, nerede bir akım varsa, nerede bir teori varsa, nerede bir kavram gelişiyorsa o çoktan biliyor olacaktı.

Her şeyin ama her şeyin farkında olacaktı.

Tabii bütün bu bildikleri de yetmezdi. Bunları arkadaşlarıyla tartışacaktı. Her konuda konuşacaktı. Kapitalizm-komunizm, politika, hayat, adalet, ölüm, din, eğitim, ırkçılık, sınıf farkları, ahlak… hiçbir şey onun düşüncesinin uzanamadığı yerde olamazdı.

O ülkenin, vatanının, milletinin, çağının, çağdaşlarının en önde gelenlerindendi. Liderlik yapacaktı. Örnek olacaktı. Yeni şeyler yapacaktı; eskiyi yenileştirecek, sıradanı olağanüstüleştirecek, geleneksele devrim yaptıracaktı. Farklı olacaktı. Her şey onun el atması, onun sihirli dokunuşu için oradaydı.

Hayalleri de öyleydi. İstediği alanda iş bulacaktı, kariyer yaparken bir yandan gelişmeye devam edecekti. Tıpkı sadece ders olmadığı gibi sadece iş de olmayacaktı. Hızla yükselirken hızla farklı bir insana dönüşecekti. Eşi de öyle olacaktı. Arkadaşları da. Eski arkadaşları da onunla birlikte gelişecek, değişecekti. Yeni arkadaşları daha da mükemmel olacaktı, çok daha farklı hayat tecrübelerinden gelecek, çok daha parlak olacaktı.

Sonra bir gün mezun oldu…

İş aradı, buldu. Tam istediği, hayal ettiği iş değildi ama gerçekçi olmak lazımdı. Çalışır değiştirirdi. Ya da istediği pozisyona gelirdi.

Sonra para kazanmaya başladı…

Parayla birlikte harcayacak yeni yerler de öğrendi. Sonra para harcamaya başladı. Bütün bu kazanma-harcama sırasında fazla vakti kalmadı. Harcayacak çok şey buluyordu, çok çalışması lazımdı. Bir yıl önce öğrenciyken ailesinden aldığı harçlıklar hiç sorun olmuyor az geliyordu, şimdi ailesinden para almak ağrına gidiyordu. Ama yine alıyordu. Ama almamak için daha çok çalışması lazımdı, daha harcıyamazdı ya. Ayrıca ev alması lazımdı, araba alması lazımdı. Yurt dışına tatile gitmesi gerekiyordu. Sonra çok çalıştığı için iyi tatil yapması da lazımdı. İyi tatil ancak çok parayla oluyordu, çünkü vakti yoktu.

Romanları haftada iki üç gün yatmadan önce okuduğu onar sayfaya inmişti. Sadece popüler romanları takip edecek gücü kalmıştı. Bazen haftalar oluyor tek sayfa okumuyordu.

Gazeteleri de artık öyle okuyamıyordu. Takip edebildiği kadarıyla tv haberlerinden ya da gazetelerin internet sitelerinin ana sayfalarından takip ediyordu. Orada da günün stresini komik videolar, ilginç fotoğraf galerileriyle atıyordu.

Arkadaşları da çok çalışıyordu. Buluştukları zaman fazla bir şey yapacak vakitleri yoktu, birlikte para harcamaya gidiyorlardı. Orada başka nerede para harcanabileceğini, nerede para harcadıklarında çok keyif aldıklarını, nereden daha çok para kazanılabileceğini ve kimin nereden, ne kadar para kazandığını konuşuyorlardı.

Film konusu tekrar sinema günlerine dönmüştü. Ama artık herkesin izlediği filmi mutlaka izlemesi gerekiyordu. Çünkü iş arkadaşları ve arkadaşları ve iş arkadaşı olan arkadaşları ‘mutlaka’ izlemelisin diyordu. Diziler de hala yabancıydı ama en popüler olanlarıydı. Yine ‘mutlaka’ izlenmesi gerekenlerdi. Hatta dizilere tekrar yerlileri de katıyordu, çünkü kafası artık kaldırmıyordu.

Birisi eskiden ucundan köşesinden geçtiği felsefelerin, düşüncelerden bahsediyorsa, daha önceden kullandığı bir argümanı hatırlayabilirse heyecanla katılıyordu tartışmaya. Ama tartışmanın hemen orada bitmesi lazımdı. Fazla devam ettirecek zamanı da yoktu, merakı da. Eğer bilmediği bir şeylerden bahsediyorlarsa beyni sanki ona itaat etmiyor kapanıveriyordu. Kulaklarından geçmiyordu adeta sözler.

Eğitim hala daha önemliydi. Şirketin ekstra eğitimlerine katılıyordu. İyi sertifika, konferanslar buluyordu, özellikle ofisine, masasına asınca güzel duracak. Bir yerlerde yüksek lisans da bakıyordu, şöyle prestijli, CVsinde iyi gözükecek.

Eskiden yaptığı gibi kulüplere, yardım organizasyonlarına ayıracak vakti yoktu. Ama sağlık önemliydi, bir gym club’a yazıldı, gidemiyordu ama olsun. İş dışındaki konferans eğitim seminerlerine, eskiden çalmak isteyip de çalamadığı müzik enstrümanlarının öğretildiği kurslara, öğrenmek isteyip de öğrenemediği dillerin kurslarına katılamıyordu ama onun yerine outdoor daylere, festivallere, yemek kurslarına, yeni akım workshoplara, dans kurslarına katılıyordu.

Yeni arkadaşlar da ediniyordu. Çevresini, networkünü geliştiriyordu. Yeni arkadaşları kendi çevresinden; hep daha kariyerli, hep daha zengin oluyordu.

Politik tartışmaya girecek fazla vakti yoktu. Eğer onunla aynı fikirde düşünen birini bulursa karşılıklı beraber atmalarında bir zarar görmüyordu ama. Atarken de hep bu gazetelerin internet sitelerinden gördüklerini kullanıyordu. Ya da iş arkadaşlarından duyduklarını. Bir de hep aynı şeyleri söylüyordu.

Eşini de seçmişti. İyi bir kariyer planı ve maaşı vardı. Hem de düzgün bir adam/kadındı. Birlikte para harcamayı sevdiği birisiydi. Beraber güzel yerlere yemeğe gidiyor, özel toplantılara katılıyor, sinemada, yurt dışı/yurt içi tatillerinde, alışverişte aynı zevki paylaşıyorlardı.

Sonra çocuk da düşünmeye başladı. Onun için hayaller kuruyordu. Tıpkı kendisi için kurduğu gibi. Hatta hatta, aynıları mıydı ne?

Gerçekleştiremediği hayalleri vardı onu fark etti. Pardon hatırladı, unutmuştu. Şimdi onu çocukları gerçekleştirecekti. Tıpkı onun anne, babasının hayallerini gerçekleştirmiş olduğu gibi.

Anne ve babası çok çalışmış ve ona iyi bir gelecek sunmuşlardı. Kendilerinin gerçekleştiremediği hayalleri onun gerçekleştirmesini sağlamışlardı. Anne ve babasının hayali onun çok iyi bir işe girip, çok çalışarak çok para kazanabilmesi, kendisi gibi çok kazanan bir eş bulup, beraber istedikleri gibi para harcayabilmeleriydi demek ki.

Şimdi de o çok çalışacak ve kendi gerçekleştiremediği hayalleri çocuğunun gerçekleştirmesini sağlayacaktı.

Uyarı/Rica: Bu yazının ruhunda ve sonucunda Fenerbahçe’nin suçsuz olduğu ortaya çıkmayacaktır. Tek ima edilen suçunun daha kanıtlanmamış olduğudur. Yazının asıl amacı futbol gibi ağırlıklı olarak duygusal, çoğu zaman mantığa dayanmadan konuşulan sosyal bir olay konusunda bile düşünürken prensiplere, ve önemlisi adalet duygusuna yer verilip verilemeyeceğinin sorgulanmasıdır. Yazının orta kısmında yapılan çıkarımlar benim linkini verdiğim gazete haberleri ve UEFA’nın açıklamasından yaptığım kendi çıkarımlarımdır. Bu çıkarımların amacı sonda verilecek sorulara bir temel, neden oluşturmasıdır. Herkes kendisi bu kaynaklara giderek istediği çıkarımları yapmakta serbesttir. İster buradaki çıkarımları kullanarak ister kendi çıkarımlarınızı yaparak sondaki soruları cevaplamanız da mümkündür. Bu durum yazının amacını değiştirmeyecektir.

Bu uzun uyarı da futbolun ve taraftarlığın içinde barındırdığı duygusallığın harekete geçmesini önlemek umuduyla yazılmıştır.

***

Günümüz anlamıyla futbol kulübü nedir, ne şekilde örgütlenmiştir?

Buna iki başlıkta cevap vermek mümkün:

1-     Bir ekonomi ve kazanç kapısı oluşturduğu için

2-     Kazanmanın ve başarıların şerefini üstlenmek, geniş kitleler tarafından bu başarıların kabul edilmesi için. Kısaca onur için

Sporun güzelliği, spor yapabilme gibi konuların bugünkü kulüplerin örgütlenmesiyle bir alakası olmadığını şu basit testten anlayabiliyoruz: Futbol oynanabilmesi, bundan keyif alınabilmesi için profesyonel bir örgütlenmeye ihtiyaç var mıdır? Yoktur. Bugünkü futbol kulüpleri amatör futbol zevkinin ötesinde amaç ve insiyatiflerle kurulmuş ve örgütlenmişlerdir.

Kulübün başına geçerek veya yönetiminde yükselerek kendisine güç sağlamaya çalışanların ikincil ve dolaylı bir olgu olduğunu ve onlar olmasa da ya da onlar değişse de kulübün varlığını devam ettirdiğini düşünerek kulübün asıl amacı, varoluş sebebinde olmadıkları kanaatine varabiliriz.

Bu durumda UEFA ve Türk Futbol Federasyonu bu amaçlarla kurulmuş Fenerbahçe’den Şampiyonlar Ligi’ne katılım hakkını aldığında ne cezası vermiş oluyor?

a)     Kulübü ve dolayısıyla bu işten para kazanan herkese finansal bir ceza

b)     Fenerbahçe kulübünün Şampiyonlar Ligi’nde rekabet ederek kazanacağı onurdan men ederek başka bir ceza

Bu cezaların verilme nedeni nedir? Yani suç nedir?

Aslında bu konu hala daha açık bir şekilde anlatılmış değildir. TFF’nin ve ardından Başkanı Ali Aydınlar’ın açıklamasına göre UEFA gazetelerde çıkan haberlerin yeterli olduğunu ve şikeye karıştığı söylentilerinin bile bu turnuvadan men edilmesi için yeterli bir neden olduğunu savunarak kendisine baskı yapmıştır. TFF, UEFA’nın baskısı üzerine bu men kararını aldıktan sonra UEFA TFF’nin bu kararını övmüştür.

UEFA benim anladığım kadarıyla Fenerbahçe’nin şike yaptığını ve bunu kendisinin bulduğunu söylemekten kaçınmıştır, bu bulguyu bulanın da TFF olduğunu söylemiştir.the decision of the Turkish Football Federation to withdraw Fenerbahçe SK from the 2011/12 UEFA Champions League due to the fact that the club has been involved in match-fixing.”

TFF daha açık açık Fenerbahçe’nin şike yaptığının kanıtlandığını söylememekte ve kabul etmemektedir.

En azından herkesin kabul edeceği tek bir gerçek varsa o da mahkemenin daha sonuçlanmamış olduğudur. Hatta TFF’nin soruşturmasının da daha sonuçlanmadığı açıktır. Eğer şike olmasa bu kadar insanı tutuklamazlardı ya da ateş olmayan yerden duman çıkmaz gibi yaklaşımlar masumiyet karinesine karşı olmasının da ötesinde mantık dışıdır. Bu yolla prensiple hareket eden herkesin (tutarlı ve şerefli bireyler oldukları kabulüyle) kendi kulüplerini dolayısıyla tüm Türk kulüplerini cezalandırması beklenir. Çünkü neredeyse herkesin üzerinde söz birliği ettiği konu tüm Türk kulüplerinin veya yöneticilerinin geçmişte bir yerlerde şikeye karışmış olduğudur; ki bu da kanıtlanamadığına göre şöyle diyebiliriz: Tüm Türk kulüplerinin ve yöneticilerinin geçmişte şikeye karıştığı hakkında çok ağır şüpheler vardır.

Bu durumda ortada kesinleşmemiş bir suç varken ortaya bir ceza çıkarılmıştır. Ya da sadece şikeye adı karışmış olması ve bununla ilgili çok fazla gösterge olması suç olarak değerlendirilmektedir. Sonuç olarak, şimdilik görünen, sadece şikeye karışmış olması ihtimalinden dolayı Fenerbahçe yukarıda bahsedilen iki şekilde cezalandırılmıştır.

Keza TFF Başkanı Ali Aydınlar Fenerbahçe’nin suçsuz bulunması durumunda UEFA’nın tazminat ödeyeceğini de söylemiştir. Bu ileride Fenerbahçe’nin suçsuz bulunması ihtimalinde ona verilen ekonomik cezanın onarımını sağlayacaksa da ikinci tip cezanın, onurunun geri verilmesini sağlayamamaktadır. Ama Ali Aydınlar bunu söylerken Fenerbahçe’nin ileride suçsuz bulunabileceği ihtimalini, dolayısıyla suçunun sabitlenmediğini de bir bakıma kabul etmektedir.

Kaldı ki burada sorulması gereken başka sorular da vardır. Şike şüphesine adı karışanlar sadece Fenerbahçe değildir. Şampiyonlar Ligi’ne Fenerbahçe yerine gideceği söylenen Trabzonspor’un adı da derecesi farklı olmakla birlikte şike olaylarına karışmıştır.

Beşiktaş şike yaptığını değil ama adının şike olaylarına karıştığını kupayı iade ederek kabul etmiştir.

Bu iki durum da UEFA ve TFF’nin hareketleri arkasındaki tek görünür prensibin/nedenin tutarlı bir şekilde uygulanmadığını göstermektedir.

Ama futbol kulüpleri gibi son derece duygusal bağlarla desteklenen oluşumlarla ilgili sorulara yanıt ararken örnekler ve isimler üzerinden gitmek insanların rasyonel ve dolayısıyla adil/ahlaki sonuçlara varmasını engelleyebilmektedir. O yüzden gelin Fenerbahçe ve Trabzonspor ve bütün kulüpleri bir yana bırakmaya çalışalım.

Bir kulübün yasal sorumluları, yöneticileri şike yaparsa o kulüp cezalandırılmalı mıdır? Çoğu insanın buna evet diyeceğini tahmin ediyorum.

Peki ya bağımsız bir iş adamı, ya da çılgın ve zengin bir taraftar o kulüp için kendi insiyatifiyle şike yapmış, teşvik dağıtmışsa da o kulüp cezalandırılmalı mıdır?

Bu soruya cevap vermek çok daha zor. İlk soruya cevap verirken “Kulübün başarısına gölge düşmüştür, dolayısıyla bu başarıdan kaynaklanan onurun geri alınması gerekir” prensibini yürütenler bu ikinci soruya cevap verirken aynı prensiple hareket edememektedir.

Bunun zor olmasıyla ilgili benim aklıma gelen ilk neden: O çılgın iş adamı şike yapmasaydı da kulübün yine o başarıları kazanabilecek olması ihtimalinin yarattığı tedirginliktir. Yani bir başkasının hatasından, gereksiz insiyatif almasından dolayı oluşan suçun cezasının kulübe yüklenmemesi gerektiğidir.

İlginç bir şekilde bu prensip ilk soruya işletilmiş olsa o zaman da yöneticiler hata yapmıştır aslında kulüp yine başarılı olabilirdi demek de mümkündür. Ama genelde yöneticiler o kulübün yasal sorumluları olduğundan dolayı çoğu insan çekinmeden kulübün de cezalandırılması gerektiğini söyleyebilmektedir.

Bu suç ve ceza prensiplerini akılda tutalım. Aslında bunlar tam konumuzla ilgili olmayan prensipler bile olabilir. Söylemek isterdiğim bir soruya cevap verirken, bir yargıya varırken onun arkasındaki nedenin bu şekilde düşünülmesi gerektiğidir.

Bunlar akılda tutularak tekrar Fenerbahçe örneğine geri dönüş yaparsak Fenerbahçe’nin şu anda cezalandırılması gerektiğini savunanlar ve UEFA-TFF’nin verdiği cezayı haklı bulan herkesin cevap vermesi gereken ahlak ve adalet soruları şunlardır: Fenerbahçe şike yaptığı için mi cezalandırılmalıdır yoksa başarısı kendisine ait olmadığı, üstüne gölge düştüğü için mi?

Bir kulübün başarısının üstüne tam olarak ne zaman gölge düşmektedir ya da o kulübün şike yaptığı hangi aşamada/hangi delillerle kanıtlanmıştır?

Bu nedenlerden hangisiyle cezalandırılıyorsa; bu nedenin kesinliği kanıtlanmış mıdır?

Bu sorulara verdiğiniz cevapların nedenini, yani prensipleri kendi kulüplerinize uygulayarak taraftarlığınızdan kaynaklanan – bir spor olayından oluşan ve kimliğinizin bir parçası olmasından dolayı ileri gelen – duygularınızın adalet duygunuzu ne kadar etkilediğini test etmeniz mümkündür.

Sıkıcı ve ağır yazıyı şenlendirmek için son bir not: Bu test, örneğini oluşturan Fenerbahçe taraftarları için aynı etkiyi taşıyamayabilir.

Öncelikle temizliğin “Temiz bir evde yaşamak ve bu temizliğin keyfini sürmek” amacıyla yapıldığını varsayıyorum. Kışın ortasında otobüse atlayıp gidip yazlık evini şöyle bir tozdan geçirip geri dönenlerle, komşunun bıraktığı anahtarı alıp boş daireleri temizlemeye gidenlere söylenecek fazla bir şey yok.

Diyelim ki bir haftalık bir tatile çıkılacak. Bir hafta gibi en düşük süreyi almamın nedeni sonradan da görebileceğiniz gibi yine en mantıklı olanın (bu mantıksız seçenekler içerisinde) kısa süreli tatillerde gitmeden önce temizlik yapılması gerektiği.

Şimdi bir haftada evde olmasan da evde toz oluşur. Değil mi? Hayır diyenler olacak, o yüzden:

Toz neden oluşur? http://www.wisegeek.com/where-does-dust-come-from.htm

Tozun ne kadarı, nereden gelir? http://www.tandfonline.com/doi/abs/10.1080/15320389209383415

Tozun kendisi nedir, ne değildir? http://www.nuveforum.net/1737-genel-kultur-t/72122-toz-nedir-olusur-toz-taneciklerinin-ozelligi/

Yani evdeki tozun %30-40’ı dışarıdan gelen tozdur. Türkiye’de yeşil alanların azlığı, nüfus yoğunluğunun fazlalığı ve havanın daha kirli olduğu düşünülerek bu oranın daha yüksek olduğu varsayılabilir, ancak yine de oranın ne kadar yükseleceği tartışmalıdır.

Ancak kısaca şunu söylemekte yarar var, ev tozunun çoğu ölü insan derisinden gelir. Evi tüm tozdan temizleyip, camları sıkı sıkıya kapatıp evdeki havadaki tozu da görmezden (!) gelseniz bile;

Ve ve ve evi dieylim ki temizlik sonrası 40 dakika içinde terketseniz bile iki kişi eve yaklaşık 2,400,000 ile 3,200,000 ölü insan hücresi bırakmış olacaksınız. Artık o ev tatildeyken tozlanır mı kirlenir mi orasını siz düşünün.

Olacaklar

T+1’de tatile çıkılacak, T+7’de dönülecek.

Şimdi evin aşırı kirli olduğu bir durumu alalım. Dönüşte temizliğin daha kolay olacağı argümanıyla karşılaşacağımı bildiğimden temizlik eforunu da 10 üzerinden değerlendireceğim.

T’de ev aşırı kirli temizledin: 10X temizlik eforu sarf ettin.

Tatilden dönüldü, iki seçenek var. Ev ne kadar sürede bir temizleniyor, genellikle görülen a) bir haftada bir b) iki haftada bir. (Tabii arada yapılan acil-ufak temizlikler (masaya dökülen bir şeyi silme, mutfak tezgahını silme gibi) haricinde).

Bir haftada bir ise, bir hafta boş kalan eve gelen bir hafta bekleyecek mi? Hayır. Ama hemen temizlemediğini üç gün dayandığını varsayalım. Yani T+10. Ve tabii daha kolay bir temizlik olacak değil mi? Diyelim 7X temizlik eforu sarf edilsin. Ondan sonra işler rayına girecek ve T+17’de normale geçiş yapılacak ve 10X temizlik eforlu normal bir temizlik yapılacaktı. Tabii akabindeki temizlik normal bir şekilde cereyan edecek ve T+24’de yapılacak bu durumda;

Tatilden sonraki 17 gün kalınan evde yani; 17 günlük temiz ev için 27X’lik efor sarf edilmiş olacak.

Peki ya tatilden dönüşte temizlik yapılsaydı. 10X temizlik eforu sarf edilecekti ve bir sonraki temizlik T+14’de olacaktı; bu temizliğin bir haftalık temizlik olduğunu ve 10X olduğunu da varsayıyorum. Bu durumda bir sonraki temizlik de T+21’de olacaktı. Tatilden sonraki 14 gün kalınan evde yani; 14 günlük temiz ev için 20X’lik efor sarf edilmiş olacaktı.

İki durumda da normal haftalık temizliğe dönene kadar simülatörü devam ettirdiğim lütfen not edilsin. Bu arada bir haftalık temizlik için temiz gün başına 1,42X temizlik eforu sarf edilmekte (7 gün için 10X) normalde.

Sonuçlar

Tatile gitmeden önce yapılan temizlik, temiz gün başına 1.58X temizlik eforu, (Buna T gününü de katıp 18 güne çıkarsak bile temiz gün başına, 1.50X temizlik eforu)

Tatile gitmeden önce yapılan temizlik, temiz gün başına 1,42X temizlik eforu, yani normal hayattaki temizlik sorunu kadar sorun yapılacaktı.

Tatilden geldikten sonra temizlik yapma gücünü bulamayanlar için tatile gitmeden önce bu gücü nereden bulduklarını sormak gerekir. Ama tatilden geldikten bir gün sonra temizlik yapılması ihtimalinin de kimseyi öldürmeyeceği de varsayılabilirdi tabii. Ama inanıp tatile gitmeden önce temizlik yapılması gerektiğine inanan birisiyle bunları tartışmak istemezsiniz.

Aaa olur mu, tatilden döndükten sonraki temizlik çok kolay olur diyenler için 5X’lik bir eforda bile temiz gün başına temizlik eforunun 1,47X olduğunu söyleyeyim.

Tabii bütün bu hesaplamaları iyi ihtimallerle yaptığım gözden kaçmasın gerçekte olacak olan şudur:

Tatile gitmeden önce temizlik yapacak olan insan döndüğü anda da evi kirli bulup en az 5X’lik bir temizlik yapacak sonra bu temizliğin yeterli olmadığını düşünürek beş gün sonra normal temizliğe geçecektir. Kısaca;

T- 10X, T+7 – 5X, T+12 10X, T+19 10X…T+24 Normale dönüş. Yani 17 gün için 35X ile temiz gün başına 2,05X temizlik eforu. Gerçeğe en yakın ihtimal, üzülerek budur.

Eğer iki haftada bir temizlik yapılıyorsa ve tatilden döndükten üç gün sonra 5X’lik bir temizlik yapılırsa durum:

Tatile gitmeden önce temizlikte T günü ile birlikte 0,78X;

Tatile gitmeden önce temizlik yapılmadığında 0,71X (zaten normali bu, 14 gün 10X efordan).

Daha önemli not:

Evde toz olmasın diye temizlik yapılmasının estetik nedenlerinin ötesinde sağlık açısından nedeni evde ev tozu akarı (house dust mite) oluşumunu engellemektir. Ancak bunu engellemenin ötesine geçen temizlik çabaları nedeniyle gerekli patojenlere maruz kalamadığmızdan dolayı zayıflayan bağışıklık sistemimiz nedeniyle alerjilerin arttığı hatta bunun otizme bile yol açabileceği belirtilmektedir. Bunun bir teori olduğunu belirtmekte fayda var (hygiene_hypothesis) ama tüm bu artan temizlik aletlerine, alerjiye karşı klima ve elektrikli süpürgelere rağmen alerjisi olan sayısının arttığı da unutulmamalıdır. Tabii eskisi gibi doğayla iç içe yaşamıyoruz asıl sorun bu diyenlere bu argüman üzerinden tartışma kapısı açıktır.

http://en.wikipedia.org/wiki/Dust#Domestic_dust_and_humans

http://en.wikipedia.org/wiki/Hygiene_hypothesis

İşbu yazı tatile gitmeden önce temizlik yapmak istemeyen veya kendisi yardım etmiyorsa bile sevgilisinin/eşinin bile buna katlanmasını istemeyen erkeklere dayanak olsun amacıyla yazılmıştır.

Bazı insanlara kızamazsın; bilirsin ki olup olabileceği, bilip bilebileceği, yapıp yapabileceği budur. Ne kadar insaniyet açısında ayrılıkçı görünse de kapasite diye bir şey vardır, bilirsin – ona göre hareket etmek istemezsin – ama bilirsin.

Benim derdim bir şey olabilecek, bir şey yapabilecek insanla… yazdığım yazıların çoğunda da onun olduğunu fark ettim. Okuyanın yukarıda bahsettiğim gibi bir insan olma ihtimali/hayali ile ondan kendi kendime bir beklentiye girdiğimi fark ettim. Ondan benim düşündüğümün doğru olduğunu düşünüyorsa bunu yapmaktan korkmamasını, eğer bana katılmıyorsa bile kendi doğru bildiğini yapmaktan korkmamasını beklediğimi fark ettim. Ve tabii kendimden de bunu beklediğimi, bunların büyük bir kısmını da kendime yazdığımı. Tek yazdığımın, farklı konularda farklı şekillerde de olsa bu olduğunu fark ettim. Biraz kendimi sıkıcı da buldum ama bunun yanlış olmadığını da düşündüm.

Mutlu olmak için ve hayatta kalmak için zannettiğimden çok daha az şeye ihtiyacım olduğunu fark ettiğim ve bunları sağlamakta çok da sıkıntı çekmeyeceğimi görmeye başladığım bu günlerde benim için umudun anlamı bu oldu. Çünkü umut etmemi gerektiren zorunlu, bencil ihtiyaçlarım gittikçe azalıyor. Umudum; sadece doğruyu yapabilecek insanların olması, daha fazla insanın doğruyu yapabilmesi. Üstelik benim doğrularımı bile değil… kendi doğrularını yapabilmesi.

Geçenlerde bir de Türkiye’nin Yüzde 99’u diye bir yazı yazdım… Sözüne güvenilir bir arkadaşım şöyle demiş mailinde yazının ekseni kaymış, beğenmedim diye. Niye öyle dediğini bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Çünkü o yazıyı ben de beğenmedim.

Çünkü ben, o yazıyı korkarak yazdım. Korktum, çünkü Türk olup da Müslüman olmamak, bu konuda yazabilmek korkutucu bir şey. Kaldı ki yazı ekseninden kaymış da olabilir, çünkü yaklaşık şöyle bitiyordu… Türkiye’nin yüzde 99’u kötü. Oysa o yazıda asıl amaçladığım, daha doğrusu amaçlamaya cesaret edebildiğim kadarı, şuydu:

        Kötülüklere göz yuman insan da kötü müdür?

        Evet.

        Türkiye’nin yüzde 99’u kötü müdür?

        ………

Belki siz, belki de zaman verecek bu sorunun cevabını.

Ama o yazıda geçen başka bir şey daha vardı, cesaret etsem üstüne daha fazla yazmak istediğim:

…gerçekten Müslüman olup da hiçbir şeye karışmayanlar; işte onlara bir de gerçekten Müslüman olmayıp Müslüman geçinip hiçbir şeye karışmayanları bir de Müslüman olmayıp da hiçbir şeye karışmayanları ekle. İşte asıl suçlu onlar.

Türkiye’nin %99’u da onlar.

Bugün o diğer kısımla ilgili yazmaya cesaret edeceğim. Ama diğer iki kısımdan gerçekten Müslüman olup da hiçbir şeye karışmayanlar ile ilgili zaten o yazıda bile bir şeyler yazabilmişim, kısıtlı da olsa, onu söylemek isterim. Müslüman olmayıp da hiçbir şeye karışmayanların da tıpkı benim gibi ya korktuğunu ya da kendi bencillikleri içinde hayatlarını idareimaslahatçı bir biçimde bitirip tamamlayacaklarını varsayıyorum.

Gerçekte Müslüman olmayıp da sorunca Müslümanım diyenlere gelince…

Aslında bu konudaki kişisel düşüncem, ahlakım, etiğim bana diyor ki: Bir insanın dinini nasıl yaşadığına karışamazsın, sen kimsin! Bu doğru. Bir insanın inancını nasıl yaşadığına karışamam. Karışmak istemem. Umarım karışmam. Karışmışsam vicdani olarak cezasını çekerim, çekiyorumdur.

Ama bana artık yeter dedirten bir şey de var. Bu insan inancını istediği şekilde yaşayabilir evet, ama bu inancını nasıl lanse ettiği başka insanların hayatını cehenneme çeviriyorsa, onlara haksızlık yapılmasına yol açıyor, hayatlarını istediği şekilde yaşayamamasına destek oluyorsa bu konuda susabilir miyim? Bu da benim inancıma ters değil mi?

Az sonra yazacaklarımı da önceden düşündüm ve ister istemez aklıma tanıdığım insanlar hatta yakın arkadaşlarım hatta çok yakın arkadaşlarım olan insanlar geliyor. Yazacaklarım aslında son derece genel ve birçok insanda çeşitli derecelerde sıkça karşılaşılabilecek durumlar. Ama işte o insanlar aklıma geliyor. Bunları onların yüzlerine sadece en fazla çıtlatmaya cesaret etmişimdir bugüne kadar, çoğuna zaten bir şey söylememişimdir. Çünkü bireysel olarak dinlerine, inançlarına, nasıl yaşadıklarına karışmış olsam, bunu bilerek huzurlu olamam. Yazdıklarımı şimdi okurlarsa bir bakıma onların dinini birebir olarak sorgulamış olacak mıyım? Umarım olmam. Zaten inançlarını asla sorgulamam. Belki tek sorgulamak istediğim inancını lansman ediş şekli sadece. Ama eğer yine de kişisel bir sorgulama yapıyor olma ihtimaline karşılık…her şeyden önce kendimden af diliyorum.

Bazı insanlar var – sorunca Müslümanım diyorlar. Bunların bazıları Türkiye’de ortak olarak yaşanabileceğini, herkese karşı hoşgörülü olduklarını, herkesin istediğini yapmakta serbest olduğunu da savunuyorlar. Bunu yapan herkesten bahsetmiyorum…bunları savunan başka insanlar da olabilir, misal benim gibi; şimdilik sadece ben Müslümanım deyip de sadece kendine göre tanımladığı, keyfine uygun, işine gelen Müslümanlığı yaşayanlardan bahsediyorum.

Ben İslam uzmanı değilim. Bir şeyler biliyorum; çoğu da kulaktan dolma, televizyondan görme, bir iki kitaptan okuma, arkadaştan dinlemedir. Ama ne farkeder, bu bahsettiğim Müslümanım diyenlerin de çoğunun öyle değil midir?

Nasıl oluyor bu işine göre Müslümanlık?

Namaz kılabileceği zaman bile namaz kılmıyor…

Camiye uğramıyor ya da sadece bayramlarda gidiyor…

İçki içiyor, bazen sadece Ramazan’da ve kandil gecelerinde içmiyor, bazen onlarda da içiyor…

Oruç tutabileceği halde tutmuyor, birkaç gün tutuyor…

Oruç tuttuğu zamanda bile başka her şeyi yapıyor…

Zina yapıyor, evlenmeden ilişkiye giriyor…

Evlendi mi üreme amacı dışında da ilişkiye giriyor…

Hacca gidebilecek parası varken hacca gitmiyor…

Kutsal kitabı Kuran-ı Kerim’i bir kez olsun açıp okumuyor, okusa da ya anlamadığı Arapça olarak okuyor ya da yarım yamalak okuyor…

İşine geldi mi hemşehrisine kolaylık sağlıyor, torpil yapıyor…

İşine geldi mi başkasının yaptığı torpilden kendine kolaylık sağlıyor…

Başkalarını zor duruma sokabilecek durumlardan, onların zorunlu ihtiyaçlarından haksız bir biçimde para kazanmaktan çekinmiyor…

Faiz getirisi de gerekirse kazanıyor…

Yalan söylüyor, dedikodu yapıyor…

Erkekse Cuma namazlarına gidebileceği halde gitmiyor…

İşinde başarılı olmak için her türlü katakulliyi makbul görüyor…

Kendi işini halledebilmek için her türlü katakulliyi makbul görüyor…

Yurt dışına gidince domuz eti ürünleri tüketiyor, merak edip deniyor…

Kadınsa başını örtmüyor, ya da başkalarını cezbedebilecek şekilde giyinebilmek için bilinçli olarak çaba sarf ediyor…

Sigara içiyor, başka maddeler de yeri geldi mi kullanıyor…

Müslümanlığa aykırı bir davranış görünce ya da Müslüman olmayan birini görünce ona yaptığının yanlış olduğunu veya Müslümanlığın iyi olduğunu tatlı dille bile olsa söylemiyor…

Hadi bunlardan birkaçını insani olarak aradan kaçırıyor da, çoğunu sıkça yapıp da hala daha…

Ama sorunca Müslümanım diyor.

Bu bir sorun mu… sana ne? Evet sorun.

Çünkü o Müslümanım deyince Müslümanlığı hakkıyla yaşayanlara bir kez haksızlık oluyor. Sen de Müslümansan o ne? Bunu zaten yıllarca gerçekten Müslüman olanlardan işittiniz. Hatta yukarıdakinin bir kısmını kesip kopyalayıp belki de insanları gerçek Müslümanlığı yaşamaya çağıran bir yazıda kullanmak bile mümkün.

Ama bu sefer söyleyenler onlar değil, değil mi? Hiç birisinin Müslümanlığının Müslüman olmayan biri tarafından sorgulandığına ben rastlamamışım ya da hatırlamıyorum. Peki başka ne oluyor?

Müslümanlığını hakkıyla yaşayanlar veya bunu abartanlar ve başkalarının üstünde baskı aracı olarak kullananlar (ister bunları ikiye ayırın ister bir araya koyun, apayrı bir tartışma konusu) kendilerine destek aracı bulmuş oluyorlar. Sen de Müslümansın değil mi diyorlar, Türkiye’nin yüzde 99’u Müslüman diyorlar. Oradan güç alıyorlar. Başkalarını buna inandırıyorlar. Kendilerinden de bazıları buna inandığı için ona göre hareket ediyorlar. Ve yaptıkları yapacakları her şey daha aşırı bir uca daha güçlüye gidiyor.

Bu kötü mü değil mi, yorum yapmayacağım, ona da siz karar verin.

Bir de bir de… Müslüman olmayanlara yaptığınız haksızlık var. Siz işinize geldiği, daha kolay olduğu veya sorgulamadığınız için Müslümanım diye ortalıkta dolaştığınız sürece Müslüman olmayanların açıkça, özgürce yaşama şansını da kısıtlıyorsunuz. Onu gerçekte olmadığı şekilde yalnız bırakıyorsunuz.

Oysa inancınızı ayrı tutuyorum, ama yaşadığınız şeyin Müslümanlık olup olmadığını sorgulamanız gerekmez mi? Müslümanım demeden önce iyice bir düşünmeniz gerekmez mi? Ben Müslümanlığı böyle tanımlıyorum, benim İslamdan anladığım bu şeklinde kendinizi kandırmayı bırakmanız gerekmez mi?

Artık?

Özellikle de inancım bana ait, herkes istediği gibi yaşasın diyorsanız… nedendir ben Müslümanım diye ortaya çıkmaktaki bu tereddütsüz tavrınız? Müslüman olduğunu bile düşünüyorsan neden sana ne diyemezsin? Hani sana aitti, hani sadece seninle ilgiliydi?

Sadece kolay olduğu için mi?

Alışkanlık olduğu için mi?

Üzerinde düşünmeye değer bulmadığın için mi?

Kimbilir kaç insanla tanıştım, Müslüman olmadığı halde bunu sözleriyle en azından bana belirttiği halde ben Müslüman değilim demekten imtina eden. Bunu asla dile getirmeyen, her şeyi söyleyip bu son cümlenin etrafında yıllarca dolanan. Çünkü, en azından bunu kabul edin, Türkiye’de bunu demek kolay değil.

Herkesin birbirini otomatik olarak Müslüman diye tanımladığı bir ülkede yaşıyoruz. Müslüman olmayanın bile geri kalan herkese önce Müslümandır kesin diyerek yaklaştığı bir ülkede… Müslüman olup olmamanın kolaylıkla sorgulanabildiği, sorulduğu bir ülkede yaşıyoruz. Ve bu soru asla yargısız, takipsiz değil… O niyetle bile sorulmuşsa bile değil.

Geçenlerde 18 yaşındaki kuzenime skype üzerinden üniversite tercihi yapmayı yapmaya çalışıyoruz, gece 3.30 – 4. Sanırım sahur vakti yaklaştığından olsa gerek 17 yaşındaki kardeşi arkadan kafayı uzatıp sordu:

        Cem abi oruç tutuyor musun?

        Hayır. (Ha demek bu konuyu hiç konuşmamışız. Nasıl konuşalım ki? Dünya daha güzel bir yer olsa neden konuşalım ki?) Ben Müslüman değilim ki.

<belki 15 – 20 saniyelik bir sessizlik>

        Neden?

        (Gecenin o saatinde ne kadar anlatabileceksin derdini.) Çünkü organize hiçbir dine inanmıyorum.

<belki 10-15 saniyelik bir sessizlik>

        Hmmm, ok.

<kocaman ve devam eden bir kafa karışıklığı, üçümüzde de>

Neden mi?! Neden Müslüman değilsin? Türksün ve Müslüman değilsin öyle mi! Neden?

Acaba hiç birisine “Neden Müslümansın” diye sormuş mudur? Kendisine “ben neden Müslümanım” diye sorduysa yine iyi…

Ama ilk tepkisinin “Neden Müslüman değilsin” olmasıyla ilgili onu suçlayabilir miyiz? Çünkü normali o! Normali öyle demek. Taksici oruçlu musun dediğinde Müslüman değilim demen başa bela, hayır tutmuyorum demen tamamdır. Birisi Cuma’ya geliyor musun diye sorarsa yok Allah kabul etsin dersen işlerin sorunsuz yürür, ama sakın Müslüman değilim deme. Birisi ailenin hacca gidip gitmediğini mi sordu…daha gidemediler de, başka yorum yapma.

En başta dediğim gibi ben korkuyorum arkadaş. Bir kere artık kendimi kaybedip ben Müslüman değilim demiştim… Hastenedeyim doktor babanın kalp kapakçığı değişecek ve üçlü bypass yapılacak ama ardından diyalize girme zorunluluğu da çıkabilir, çok riskli ameliyat demiş. Devamlı doktor bekleme, yoğun bakıma girmeyi bekleme sırasında su içmekten başka bir iş yapmadığım ve zaten o anda yapacak başka bir işim olmadığı için tuvalete dalmışım. Pisuarda işiyorum. Namaza hazırlanan birisi beni alenen kesiyor, hissediyorum. Fermuarımı kapatıp arkamı dönmeyi tamamlamadan başladı…

Bilmemkimin kitabında yazdığı gibi Hadis-i Şerife göre ayakta abdest… ayrıca prostat kanseri… Uzun uzun bir konuşma. Dinleyeyim dedim. Dinlemeden tepki versem haksız duruma düşeceğimi biliyorum. Ama dinledikçe sabrım taşıyor. Bitirince ben başladım…

Birincisi her gördüğünüzü Müslüman zannetmeyin… İkincisi şu anda tıp biliminin uygulandığı bir hastenedeyiz; prostat ile ilgili… Ben de saydım bir şeyler ama sona doğru ne dediğimi kendimin bile umursamadığımı hatırlıyorum. Cevap verdi…

Öncelikle ben her gördüğümü Müslüman zannetmem. Ama ben sizin sağlığınız için... Yine uzun bir konuşmaya başladı. Yarım yamalak dinliyorum. Dinleyecek konsantrasyonum da motivasyonum da yok.

Ama sonra sözü tekrar getirdiği yere bakıyorum, dinliyorum, gözlerine bakıyorum ve anlıyorum: Müslüman olmadığıma inanmadı… İnanmadı!

Nasıl inansın ki? Türkçe konuşmuştum. Türk gibi görünüyordum. Daha önce hiç kimse ona bunu demiş miydi ki?

Bir de ismim Cem olduğu için başıma gelenler var. İsmimi din ile ilgili bir konuşmanın seyrinde öğrenince veya hatırlayınca imalı bir bakış fırlatan, hatta bazen ileri gidip Alevi olup olmadığımı soran. Beni asıl yoran o konuşmanın seyrinin değişmesi; Alevi değilim desem de, Müslüman değilim desem de, ailem Sünni desem de…

Bir de diğer ismim James olduğu için başıma gelenler var… Hrıstiyan? Yahudi? Yabancı (müslümanlık sorusu bağlamında)?

Ve hala hatırladıkça rahatsız olduğum zorunlu din (Sünnilik) dersleri var. Hadi kendimi ortaokul yılları için affettim ama ya lise yılları? Nasıl olur da bana Arapça ve Türkçe olarak Kuran’dan belli birkaç cümleyi ezberletip 100 veren hocaya kalkıp en azından bir cümle etmemişim? Ya da üsturubuyla sorsaymışım keşke en azından? Şimdi daha huzurlu olurmuşum.

Verdiğim verginin Diyanet İşleri Başkanlığına oradan da camilere bedava elektrik, su ve imamlara maaş olarak gitmesine ne demeli? Okulu bile olmayan köylerdeki camilere. Adımı taşıyan Cemevlerini ibadethane statüsüne bile almıyorlar.

Zaten yıllar önce Türkiye’de ne kadar Gayrimüslim varsa sırayla kovmuşlar. Paralarına, evlerine de konmuşlar.

Daha geçen yıla kadar anlamamıştım… Küçükken hemen bizim apartmanın karşısında tek katlı kullanılmayan bir ev vardı. İçinde oynayıp, yanındaki dut ağacığını bir günde tüm mahallenin çocukları olarak kurutabildiğimiz. Bir gün sorduğumu hatırlıyorum, üzerindeki horoz ne alaka diye? Eski papaz evi demişti biri. O zaman üstüne fazla düşünememişim. Asıl çözemediğim ise; hemen az ilerisinde kocaman bir malikane vardı, koskocaman bir arazisi olan, yine bomboş. Şimdi anlıyorum ki o da kiliseymiş. Şimdi onun yerinde yollar ve yedi sekiz apartman var. Gidip zillerine basıp sorsam Müslüman mısınız diye, eminim ki apartmanda oturanların çoğu Elhamdürillah diye başlar… Kimi de kapıyı her tanımadığına kapatan Müslümanlardandır zaten… Bir ikisi belki bunu sormaya hakkınız yok der, değil mi?

Bir gün gelecek beni de kovacaklar mı diye düşününce de komik geliyor. Kendi kendime olur mu saçmalama diyorum. Tıpkı şeriat gelecek diyenlere saçmalama dediğim gibi. Çünkü saçma olduğunu düşünüyorum.

Ama şuna sinirlenmeden edemiyorum. Şeriat gelecek, laiklik çok önemli, herkes istediği gibi yaşasın deyip bir de yukarıda yazdıklarımın neredeyse hepsini yapıp hala daha ben Müslümanım diyenler var ya… Ya da zaten bu konularda hiç düşünmeyip ben Müslümanım diyenler. Benim inancım artık onların bu yalanlarını apaçık yazmadan rahat etmeme izin vermiyor.

Bir de şu geliyor aklıma, acaba yazıyı okurken olur mu canım Türkiye’de Müslüman olmayan bir insan da hakkıyla yaşayabilir diyenler var mıdır? Bunu duymaktan korkuyorum, gerçek olmadığını bu kadar iyi bildiğim bir şeyin neresinden başlayıp da doğru olmadığını kanıtlamaya başlarım diye düşünürken elim ayağım titriyor…

Ve bir de yukarıda yazdıklarımı ve bunları yapan arkadaşlarımı, dostlarımı, tanıdıklarımı düşünün istiyorum. Normalde bu yazımın bir sosyal intihar olması lazım değil mi? Hele %99 rakamı doğruysa ya da okuyanlardan bu yazıyla ikna olup da tutum değişikliğine giden olmazsa aslında benim yapayalnız birkaç insanla kalmam gerekir değil mi? Zaten sırf Müslüman olmadığım için bana şüpheyle bakacak, beni silecek, hatta bana kızacak tanıdıklarım da hiç az değildir, eminim.

Ama öyle olacak mı? <Kendi kendime gülüyorum> Hayır. Kesinlikle. Bu konuda ukalaca korkmadan yapabiliyorum. Kendine göre Müslümanlığı yaşamanın en güzel yanı da bu kendine göre asla Müslüman değil değilsin. Bir de insan olmanın çok güzel bir özelliği var… kötü şeyleri hep başkası yapar, kötü şeyler hep başkasının başına gelir kendinden eminliği. Bir de üstüne o günümüz popüler toplum değerlerinden alınmamazlığı ekle.

Bu kadar lafın üstüne, demem o ki Türk olup Müslüman olmamak zor. Bir de kimseyi buna inandıramayınca…bir de herkesin Müslüman olması gerekince…kimseyi Müslüman olmamaya alıştırmamış olunca…Genel tahammül herkesin, Müslüman olsun olmasın, öyle yaşasın yaşamasın, o konuda düşünsün düşünmesin, T.C Kimlik Kartı din hanesinde yazan İslam’a uygun cevap vermesi. Gerçek bu.

Herkes buna uydukça benim hayatım da zorlaşacak. Yalanlaşacak. Yarımlaşacak. Ama ne yapayım…

Türk’üm ve Müslüman değilim.

Artık bu konuda ne yapman gerekiyorsa sen de onu yap.

Yapmayayım diyorum. Olayı basitleştirmeyeyim diyorum. Düşünmediğim şeylerin anlaşılmasına yol açacak şeyler yazmayayım. Ama insanın aklına geliyor, ister istemez, birçok insanın aklına geliyor. Zaten herkesin aklına gelen bir şeyi neden yazıyorum diye de düşünüyorum. Belki ben bir yere çıkarım diye umuyorum. Birilerinin artık bir yere çıkması gerektiği kesin…

Bir gün şu başlıkları da görecek miyiz acaba Türkiye’de?

Başını örttüğü için kıyafetleri parçalandı

Oruç sırasında lokantasını kapadığı için camları taşlandı

Neden olmasın? Şort giydiği için otobüste kadın tartaklayan adam ile, Londra’da dükkanlarını sopayla kendi savunduğu için Türklükle gururlanmasına rağmen ona ses çıkarmayan otobüsteki diğer insanlar ile bu dediğim başlıkları gerçek yapabilecek insanlar hepsi bir arada, yan yana yaşamıyor mu bu ülkede?

Dediğim gibi dikkatli gidiyorum. Birileri gaza gelip sözlerimden anlam çarpıtmasın diye yavaş ilerliyorum.

Bu üstte yazılanlar da bu ülkede olurdu, ortam ona uygun olsa o olurdu. Ama olmuyor. Olmaz da herhalde. Türkiye Müslümanların başına bunların geleceği bir ülke değil. Hani derler ya, %99’u Müslüman bir ülke. Rakam düşse de bu böyle. Çünkü buradaki 99 nüfus oranı değil etki oranı diye düşünüyorum ben hep. Türkiye’de bunları yapması beklenen kesimdeki insanlar da genel olarak böyle değiller. Arada belki bir iki kırıkkafalı vardı. Benim vardı türbanlı birini görünce laf atan bir tanıdığım misal.

Komik olan aynı şeyin Müslümanlar için de geçerli olması. Komikliği benim bunu da buraya yazmamı gerektiren Türkiye’deki paranoyak durum. Ama işte herhalde bu bir iki kırıkkafadan fazlası var. Neden? Çünkü daha fazla Müslüman var, aynı yüzdeden sen hesapla.

Küçükken bir roman okumuştum. Halil İbrahim Balkaş – Yedi İklimin Çocukları. Birileri bir bomba atıyor, ne olursa oluyor dünyadaki bütün büyükler ölüyor çocuklar tek başına kalıyordu. Sonra Almanya’da sanırım, yaşına (13-14) göre büyük bir çocuk, yanındaki iki çocukla bir kafeye girip diğer çocuklara saldırıyordu. Sonra çocuklar büyükler gittikten sonra ilk defa bir mahkeme kuruyorlardı. Bu büyük çocuğu herkes büyüyüp de kendisinden dayak yemeyeceği bir hale gelinceye kadar hapiste tutma kararı alıyorlardı, belli bir yılı var mıydı hatırlamıyorum. Ama asıl cezayı yanında olup da buna ses çıkarmayanlara, onu sessizce destekleyenlere veriyorlardı.

Çocuk kitaplarının böyle güzel yanları oluyor, mesajı direk veriyor.

Ben diyorum ki artık bu yazıları, haberleri okuduğunda sadece “gerçek bir Müslüman bunu yapmaz diyenciler” artık başka bir şey deseler diyorum. “Bunu yapan Müslüman olamaz diyenciler” de onlara katılsa.

Misal İslami fıkıh yazarı da olsa Hayrettin Karaman Müslümanların Türkiye’de yaşamaları gereken şekli/yaşamlarını tahammül olarak adlandırınca buna tahammül gösterilmese?

Ama bence en büyük sorun, en büyük yüzsüzlük; Müslümanım deyip de bu tip olaylara hiç yorum yapmayanlar. Kendini Müslüman addedenlerin yaptığı hiçbir şeye alınmayanlar, İslamla ilgili teknik tartışmaların hiçbirinde taraf olmayanlar, herkese tahammül gösterenler, neredeyse etliye sütlüye karışmadan yaşayanlar. Sorunca Müslümanım diyenler. Ama bunun dışında hiç Müslüman olmayanlar. Namazını kılıp kılmamasından, orucunu tutup tutmamasından bahsetmiyorum. Zaten inancının gerçek olup olmamasından (ve bunun ölçülebilirliğinden) hiç bahsetmiyorum. Bahsettiğim gerçekten Müslüman olup, Müslüman gibi yaşayıp, Müslüman gibi hisseden ama Türkiye’de bu olanlarla ilgili, İslam’la ilgili, Müslüman olmayanlarla ilgili, dini doğrular ile ilgili hiç ama hiç yorum yapmayanlar. Yapınca da en kısasından kesenler. En kolayından gidenler. Hele bir de bunu herkes kendi dinini yaşamalı; din Allah ile kişi arasındadır ben başkasının inancına karışmam diyerek savunmaya kalkanlar.

İşte ben en çok onlardan korkuyorum.

Bu insanın inancı bana kendi ile Allah arasında değil de kendi ile kendi arasındaymış gibi geliyor. Yoksa hangi insan, hangi Müslüman başka bir insanın hayatı tehlikedeyken bunu görmezden gelebilir.

İşte yapmayayım dedim ama yine bildiğimiz zulme, haksızlığa ses çıkarmayan Müslüman olamaz metaforuna gelip sıkıştım değil mi?

Günümüzdeki Müslümanlık kavramının ortaya çıkardığı kötü durumlarla savaşabilmek için yine sadece Müslümanlığı kullanabilmemizden kaynaklanıyor herhalde bu durum da.

Başka bir şey kullanacak olsam ne derdim ki? Bir gün gelir de bu yakarış işe yaramazsa insanlar ne kullanacak? Baştaki başlıklara mı döneceğiz. 30lardaki 50lerdeki gibi, yabancı gayrimüslimlerden sonra Türk gayrimüslimler de mi ülkeden atılacak. Kimin gayrimüslim olup olmadığını kim belirleyecek?

Ya da bu kötü durumlara karşı verilen savaş biter mi acaba bir gün? Misal gayrimüslim olanlar bugün yaşadıklarından sadece son bir adım daha atıp son noktaya taşısalar ve Katar’ı, Lübnan’ı ziyaret eden bir turistmiş gibi yaşamayı kabul etseler? Edebilirler mi? İnsan ülkesinde turist gibi yaşayabilir mi?

Ya da giderler mi? Onlar giderse Müslüman anne babaları, çocukları, sevgilileri, arkadaşları ne yapar? Sevdiklerinin çoğu giderse onlar da Müslümanlığı mı bırakır? Yoksa sevdikleri ile bir arada Müslüman olarak yaşayabileceği bir yere mi gider?

Son bir muhtemel yanlış anlaşılmayı önlemek için, daha önce de yazdığım bir şey; Türkiye bu noktaya yeni gelmedi, ya da birileri Türkiye’yi bu noktaya getirmedi. Türkiye hep bu noktadaydı.

Ve yapmayayım diyorum, basitleştirmeyeyim diyorum ama sanırım nedenini de biliyorum: Hani az önce bahsettiğim Müslümanlar vardı ya, hani gerçekten Müslüman olup da hiçbir şeye karışmayanlar; işte onlara bir de gerçekten Müslüman olmayıp Müslüman geçinip hiçbir şeye karışmayanları bir de Müslüman olmayıp da hiçbir şeye karışmayanları ekle. İşte asıl suçlu onlar.

Türkiye’nin %99’u da onlar.

Bir gün gelir de Müslüman olmayanların başına kötü bir şey gelirse suçlusu bunlardır.

Bir gün gelir de Müslümanların başına kötü bir şey gelirse suçlusu bunlardır.

Ama başına kesinlikle hiçbir şey gelmeyecek olan da bunlardır.

Görünce böyle birini, iyi biri zannetmeyin. Kimseye zararı yok diye düşünmeyin. Apolitik veya tarafsız veya objektif veya kendi halinde diye düşünmeyin. Yaptıkları için başlarına bir şey gelmemesine izin vermeyin.

Türkiye’nin yüzde 99’una karşı mı gelelim Cem? Onların kötü olduğunu mu düşünelim yani?

Eğer kötülerse… başka ne diyeceksin ki?