Mesajlar Etiketlendi ‘Kürtler’

Sevgi pıtırcığı bir insan değilim. Ama genel olarak insan seviyorum. Bu ne garip bir cümle demeyin. Kısaca insanı milletinden dolayı, güzelliğinden dolayı, zenginliğinden dolayı, ‘yaradandan’ ötürü sevenlerden değilim. İnsanı ‘insan’ olduğu için, ‘insan’ gibi davrandığı zaman sevenlerden de değilim. Sadece genel olarak insan denen bu varlığı seviyorum.

Ama ben de insanım, ben de milletler, o milletlerden gelenler arasında ayrım yapıyorum, önyargıyla yaklaşıyorum. Yine de bir şekilde hepsini seviyorum. Kimini tanıdıkça daha çok seviyorum. Bir Yunan’ı, Çinli’yi, İtalyan’ı, Yeni Zelendalı’yı, İranlı’yı tanıdıkça daha fazla sevdim. Aralarında yaşarken beni çıldırtan ve uzun bir süre görmek istemediğimi bana seli olarak beyan ettiren Hintlileri bile sevdim. Onların kimi zaman beni – neredeyse tıpkı bir Türk olmaktan dolayı Türklüğe ettiğim isyandaki şiddette – kendi baskıcı toplumlarına isyan ettirmelerine rağmen, bütün dünyaya örnek olacak nefretsizlikleri, affedicilikleri, mutlu olabilmenin bu kadar kolay gelmesiyle sevdim. Onlarcası hala arkadaşım.

Ama bir Kürtler var ki… (daha…)

Medyayı anlamaya çalışanlar uzun bir süre (soğuk savaş döneminde dönüp geriye baktıklarında, soğuk savaşın son döneminde ve çok sonrasında bile) bu konuyu Noam Chomsky ve Edward S. Herman’ın bir nevi klasik sayılan Manufacturing Consent (1988) (türkçeye direkt olarak Medya Halka Nasıl Evet Dedirtir diye çevrilmiş) kitabındaki fikirlere yüz çevirdi. Aslında bunlar artık o kadar bilinir hale geldi ki günümüz ortalama dikkatli okurları da “Propoganda Modeli” olarak adlandırılan bu model içerisindeki öğelerle analizlerini yapmaya devam etmekteler. Bu model medyanın hükümetten nasıl etkilendiğini açıklamada kullanılır. Hala geçerli olanları: (daha…)

PKK, terör sorunu ile Kürt sorunu aynı değildir.

Kürt sorunu, sorun olduğu kadar haksızlıktır, anti-demokratikliktir ve insaniyet-hakkaniyet eksikliğidir.

PKK sorunu Kürt sorununa bağlıdır, bundan etkilenir, ama Kürt sorununun çözülmesiyle ortadan kalkmayacaktır. Ancak bu Kürt sorununun çözülmemesi gerektiği anlamına gelmez. Ve Kürt sorununu çözmek PKK, terör sorununu çözmeyecekse bile buna büyük bir darbe vuracaktır.

Bugün PKK ortadan kaldırılsa, terör bitse de Kürt sorunu sorun olmaya devam edecektir. Ve daha öncekinden daha az bir sorun olmayacaktır. Bu aradaki farkı fark edemiyorsan birilerine senin adına haksızlık yapıldığı konusunu atlıyor olabilirsin.

PKK yurt dışındaki bazı ülkelerin ve çıkar noktalarının ve örgüt içinde bu durumdan para, güç kazanan bazı insanlar yüzünden devam ediyor olabilir ama asıl etkinliği ve var olmasını sağlayan Kürt sorunudur. Suçu bu üç noktaya atsak ve bu üç noktayı kurutsak da PKK yine var olabilir. Zaten senin bu üç gerçeği değiştirme şansın yoktur, o yüzden değiştiremeyeceğin şeylere ancak kızabilirsin ve suçlayabilirsin. Ama daha önemlisi, PKK bu nedenlerle bile hareket ediyor olsa dahi hareketlerinin anlamını, insana düşündürttüklerini değiştiremezsin. PKK her asker öldürdüğünde, eğer hala daha başka bir Kürt’ün sorunu devam ediyorsa, bu ikisinin aynı açıda, konuda, düzlemde görülmesini önleyemezsin. İkisi birbirinden bağımsız bile olsa. Oysa sen Kürt sorununu düzeltmek, iyileştirmek için kızmaktan ve suçlamaktan fazlasını yapabilirsin.

PKK’nın son otuz yıldaki eylemlerinin Kürt sorununun daha açık bir şekilde konuşulmasına, tartışılmasına yol açmış olduğunu katılabilirsin ya da katılmayabilirsin. Burada asıl sorun bu iki seçeneğin ortaya çıkmasında senin ve devletinin, sadece sen halkı olduğu için var olabilen devletinin, hatası olmasıdır. Eğer Kürt sorunu olmasa veya daha öncesinde konuşuluyor olsaydı bu seçenekler en baştan ortaya çıkmazdı. Eğer PKK terörünün azaldığı dönemlerde bu sorunu konuşma, tartışma artmış olsa bu seçeneklerin kabul edilebilirliği de azalırdı.

Eğer sen insanların ölmesi suçunu sadece başkalarının üzerine atarsan insanlar ölür. Çünkü birisi birisini öldürüyorsa bir kişiyi daha öldürebilir. Sen de onu öldürebilirsin. Ve sen de, ama devlet eliyle ama attığın oyla ama söylediğin düşünceyle, bir kişiyi öldürebiliyorsan devamında bir kişiyi daha öldürebilirsin. Yıllarca birilerini öldüren birçok insan öldüğüne göre ve hala daha birileri birilerini öldürdüğüne göre, demek ki birileri birilerini öldürse de her daim birilerini öldürecek birileri bulunabiliyor. O yüzden birilerinin birilerini öldürmesiyle birilerinin birilerini öldürmesini durdurabileceğini düşünme.

Eğer sen son otuz yıldır yaptıklarını, düşündüklerini, söylediklerini yapmaya, düşünmeye, söylemeye devam ediyorsan; ve eğer şans-üstün olma eseri otuz yıl önce çok ilerici bir düşünce içinde değildiysen, yanlış yapıyorsundur.  Çünkü otuz yıldır insanlar ölürken de sen bunları yapıyor, düşünüyor ve söylüyordun.

Eğer sen otuz yıldır yapılanları, düşünülenleri, söylenenleri aynı şekilde yapmaya, düşünmeye, söylemeye devam edenlere evde, sokakta, internette, telefonda, politikada, hayatta karşı çıkmıyorsan, neden karşı çıktığını söylemiyorsan, sen savaşmıyorsan… bazı gençler senin yerine savaşır ve ölür.

Ve sen bundan etkilenmezsen, bunu umursamazsan da senin insanlığın ölür.

Başın sağolsun.

Terörün birçok tanımı var; kimi yapılış şeklinden yola çıkıyor, kimi amacından… Bu nedenle de içinden çıkması zor bir hale gelebiliyor. Ama terörü tartışmak yerine terörist kimdir sorusuna yanıt vermeye çalışınca, benim için, iş biraz daha belirginleşiyor: Terörist; masum, savaşın direkt olarak içinde yer almayan ve kendisini savunmayan insanları öldürendir.

O yüzden PKK bir terör örgütü mü diye tartışmak yerine, PKK içinde terörist var mı diye sorulduğunda bu konuya verilecek cevap çok daha güçlü, karşı çıkılması çok daha zor: PKK’nın içinde teröristler var. Ve önümüzdeki süreçte Kürtlere yapılmış olan haksızlıklar düzeltilmeye çalışılır, onların özgürlüğü ve hakları geliştirilir, kimliklerini yaşayabilmeleri için demokratik adımlar atılırken; aynı anda yapılması ve çözülmesi gereken bir sorun da bu teröristlere ne olacağıdır. En çok Abdullah Öcalan isminde simgeleşse de masum insanların ölümüne yol açan bu insanların geleceğine ne olacak?

Ama burada duralım.

PKK içinde bazı teröristlerin olduğunun kesinliği kadar açık olan bir başka gerçek de 90lı yıllara, belki sonlarına kadar, belki hala kendilerinin varlığı kabul edilmeyen bir ırk, bir millet, bir topluluğun olduğu. Kürt olduğunuzu düşünün, ya da Kürtseniz öyle düşünün. Bir ülkede yaşıyorsunuz. O ülkenin vatandaşısınız. Dedenizden, anneannenizden, atalarınızdan gelen kültürü açıkça yaşıyamıyorsunuz. Okulda, işyerinde, ‘kamusal alanda’ böyle olduğunuzu kabul edemiyorsunuz. Dilinizi konuşamıyorsunuz, belki zaten bilmiyorsunuz – çünkü öğrenecek bir ortam bulamıyorsunuz. Belki önemi yok diyerek ben Kürt kökenli bir Türk’üm, ben zaten Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, ya da hatta ben Türk’üm diyerek kendinizi bu çıkmazdan kurtarmak istiyorsunuz, bu da olmuyor. İster ailenizden dolayı, ister tipinizden dolayı, ister isminizden dolayı, ister şivenizden dolayı, ister doğum yerinizden dolayı illa ki Kürt olduğunuzda diretiyorlar. Bu diretme ile karşınızda her an sizi toplumsal ya da fiziksel bir lince uğratmaya hazır insanların arasında yaşıyorsunuz. Kaçmak isteseniz de kaçamıyorsunuz. Kürtsünüz. Kendinizi böyle tanımlamasanız, başkaları böyle tanımlıyor. Ama daha önemlisi siz busunuz ve nihayetinde siz de kendinizi böyle tanımlıyorsunuz. Böyle tanımlamak istiyorsunuz, ‘gerçeği’ yaşamak istiyorsun. Özgürce yaşamak istiyorsunuz.

Ama buna imkan yok.

Bir Kürt olarak adın, varlığın önce kabul edilmiyor. Aklının alamayacağı dolaylı yollarla kimliğini yaşamanı, kim olduğunu, varlığının en temelini sınırlandırıyorlar. Sonra, daha sonra, adın bir hakarete dönüşüyor. Birisi medeni davranmadığı zaman aynı ülkenin vatandaşı olduğun insanlar birbirlerine “Kürt müsün” diye sorarak aşağılamaya çalışıyorlar. Birisinin bir hakkı olmadığını ya da haksız olduğunu düşündüklerinde “Kürt!” diye haykırıyorlar. Daha sonra, kim olduğundan, geçmişinden bahsetmen gereken her anda; adında, tipinde, doğum yerinde, terörist olarak damgalanmakla karşı karşıya kalmak zorunda kalıyorsun. Bundan da kaçışın yok. Sadece sen – sen olduğun için nefret edilebilir birisin.

Asıl soru?

Sen Kürtsün ve bütün bunlarla karşı karşıyasın. Ve birileri senin için savaşıyor. Değil mi? Sonradan bir rant organizasyonuna dönüşmüş olduğunu düşünebilirsin, masum insanları öldürerek haksızlık yaptıklarını düşünebilirsin… Ama şu soruyla karşılaşınca ne yapacaksın: Eğer PKK olmasa benim, ben Kürt’ün sorunu bu ülkede konuşulur hale gelecek miydi? Kürt sorunu denecek miydi, Kürtlerin, milyonların varlığı kabul edilecek miydi, siyasi parti kurabilecek miydim, belediye başkanlıkları alabilecek, gizliden gizliye de olsa dilimi yaymak, kültürümü yaşamak için bir yaşam alanı yaratabilecek miydim? Kim olduğunu unutan çocuklarım, torunlarım böyle bir ‘gerçeğin’ var olduğunun farkına varacak mıydı, yoksa her şey unutulup gidecek miydi?

Hem Kürtlere hem Türklere sorarım…

Ve şimdi bu sorun artık çok daha açıkça konuşulmaya başlandı. Halkın karşısında olmayan, ‘gerçek’ kaset kayıtlarında MİT’in ve PKK’nın nasıl konulduğunu duyuyor ve çözüme doğru gidildiğini hissediyorsun. Hayat Güneydoğu’da daha normalleşmiş, Kürtlerin hakları ve varlıklarıyla ilgili devlet eliyle birkaç adım atılmış. Herkesin dilinde bir çözüm lafı, savaşı sonlandırma, terörü bitirme… Samimi ya da değil.

Ama burada da duralım.

Şimdi bir de Türk olduğunu düşün, ya da Kürt olarak düşün, kısaca insan olarak düşün: Peki bunca terörist; masumları, savaşmayanları öldüren insanlara ne olacak? Onlar affedilebilecek mi? Sadece niyetsiz zaiyat mı o insanlar? Bir kısmı öyleyse, hepsi öyle miydi? Hepsinin ölümünün suçlusu PKK olmasa da bir de böyle düşün.

Şimdi Kürtlerin vicdanen karşılaştıkları, karşılaşacakları sorun buna doğru gidiyor, evet Türkler ve Türkiye Devleti Kürtlerin haklarını ve gerçeklerini tanıma yolunda ilerliyor ama bu teröristleri cezalandırmadan bunu yapabilir mi?

Ve her Kürt şunu sormayacak mı: Eğer bu insanlar, terörist dahi olsalar, var olmasalardı, benim için savaşmasalardı benim varlığım bugün hala daha tehlike altında, adım bir hakeret, hayatım bir gerçeğin gölgesinde yaşanan bir yalan olmayacak mıydı?

Abdullah Öcalan ve diğer teröristlerin, terörist olduğunu düşünse bile, hangi vicdan kendi varlığı için savaşanları geride bırakacak? Ve bunu yaparsa ileride kendiyle nasıl hesaplaşacak?

PKKlı teröristlerin dağdan bir şekilde indirilebilir, yakalanabilir, öldürülebilir, ama ondan sonra ne olacak?

Her Türk’ün en büyük korkusu, Kürtlerin varlığını kabul etmekten de daha yaygın ve korkutucu olan, tam da bu değil mi: PKK’nın bir terör örgütü halinden çıkması ve bir direniş örgütü olarak kabul görmesi. Özünde, çoğunda böyle olsa bile. Ölenlerin anısının anlamsızlaşması. İnsanları öldüren bir örgütün demokrasi ve özgürlük için savaştığı söylenerek haklılaştırılması, yüceltilmesi, tarihe adil bir not olarak düşmesi. Gerçekten yanındaki terör notuyla birlikte böyle düşmesi gerekiyorsa bile.

Ve soru şu: Evet PKK içinde teröristlerin olduğu bir örgüt ve evet PKK aynı zamanda Türkiye’de Kürt varlığının tanınması, en azından konuşulabilmesi için savaştı. Bu durumda PKK ne, PKKlılar kim?

Ve Kürtler kendileri için savaşanları bırakmadan, Türkler de masum insanlarını, kardeşlerini, çocuklarını öldürenlerin haklarını, adaletlerini bulduklarını görmeden nasıl yola devam edecekler?

Elbette ben Kürtlerin nasıl düşündüğünü bilmiyorum. Elbette tüm Kürtler aynı düşünmez. Ama bu sorular yine de ‘gerçek’ değil mi? Hem Kürtler hem Türkler için bu sorular ortada değil mi, ve her geçen gün daha da yaklaşmıyor mu?

Herkesin kendisine bunu sorması gerekmez mi?

Ve evet Türkler ve Türkiye Devleti, ‘büyüklük’ yapıp, Kürtlerin hakkını PKKlı teröristlerin sonuna endekslemese ve sadece doğru olduğu için bu uğurda çabalasa ve elinden geleni yapsa…yine, eninde sonunda aynı sorulara dönmeyecek miyiz? Geçmişteki hatalardan, PKK ortaya çıkmadan önce Kürtler hakkında konuşmadığımız için Kürtlere kendileri hakkında konuşmak için demokratik bir ortam sağlamadığımız için kaynaklanan bu hatadan, artık geri dönüş var mı?

Kürtler ve Türkler, vicdanlarıyla hesaplaşmadan tam anlamıyla özgür olabilecekler mi?

Hollanda’nın küçük bir kentinde gece üç. Bu saatte tek açık yer olan kebapçı dükkanına dalıyoruz. Avrupa’da kebapçılar biraz böyle, alkol sonrası kazınan mideyi doyurmak için tek yeterli şey kebap olduğu için mi yoksa ancak sarhoş olduklarında mı sağlıklı yemek alışkanlıklarından vazgeçerek  Avrupa’da yağının hakkını biraz fazlasıyla vererek yapılan kebaba mı yöneliyorlar belli değil.

Ama bir şey kesin ki Hintliler, Çinliler, Meksikalılar; artık Avrupalıların karınlarını bize göre gerçek yemekle doyuran bilimum ne kadar topluluk varsa uyumuya gittiğinde en sona kalan hep bizim Türkler ya da Türk olmasa da kebapçılar.

Asla tam anlamıyla rahat hissedemeyeceğimiz ingilizceden kurtulmanın sevinciyle Türkçe selam vererek giriyoruz. Kebapçı arkadaş da bizi Türkçe ile karşılıyor. “İyi akşamlar, Türk müsünüz?”

Hemen ilk iş olarak karnımızı doyurmamız için gereken kısımlar geçiliyor. Sonra oranın müdavimleri olan ve kebapçı ile her giriş çıkışta yumruk tokuşturan Hollandılaları bizim ilk defa geldiğimiz, belki onları onlarca kez belki her gece geldiği, şehirlerindeki kebapçıda yabancı hissettirecek şekilde hızla samimileşen Türkçe bir muhabbete koyuluyoruz. Onlar çok daha uzun süredir kebapçıyı tanıyor olabilir, onunla yumruk tokuşturuyor-samimi hareketler yapıyor olabilirler, hatta ismini biliyor olabilirler ama iki dakika içerisinde kebapçı arkadaş onlardan şikayet ederken biz de onu destekliyoruz, karşılıklı atıp tutuyoruz. Yine tipik bir Avrupa’da birbirini gören Türk davranışı rutini.

Nereden olduğumu soruyor. İngiltere’de yine küçük bir şehir. Orada da çok Türk olup olmadığını merak ediyor. Karar anı. Girerken “Türk müsünüz?” diye sormuştu. Bir gece önce başka bir kebapçıda arkadaşımı Alman beni İspanyol zanneden kebapçı ile aynı kararsızlığı yaşadığını düşünerek, girişteki soruyu buna yormuştum. Ama başka bir nedeni de olabilir. Kaldı ki önceki geceki kebapçıya “Ooo abi Türk’ü tanıyamayacak kadar uzun süredir burada kalmışsın” şeklinde sarhoş ve yorgun kafanın çıkarabildiği şakayı yaptıktan sonra suratından geçen “Sizin nereniz Türk’e benziyor la” iğrenmesiyle “Sen benim Türk’lüğümü mü sorguluyorsun” siniri de hala daha aklımda.

Ama sonradan 24-25 yaşlarında olduğunu çözdüğümüz kebapçı arkadaş çok daha dost canlısı. Türk müsünüz diye de sordu. Cevap veriyorum, yok pek Türk yok genelde Kürtler var. Doğru bilgi. Yaşadığım şehir Kuzey Irak’tan iki kez mülteci kabul etmiş, pek de Türk yok.

Nasıl yani? Şaşırıyor. Şimdi karşılıklı ürkek halimizdeyiz. Daha önce defalarca kez yaşadığım bir şey. Ne olacak? Anlamaya çalışıyor. Fazla yormuyorum, hızla açıklıyorum. İşte göç almış diyorum. Olan Türkler de bana Türk’üm diyor, yabancı arkadaşlarım gidince Kürt’üm diyor; diyerek açıklamama devam ediyorum. Bana niye öyle deme ihtiyacı hissediyor bilmiyorum diyorum.

Gerçekten öyle Türkçe konuşanlardan asla bana Kürt’üm diyen olmadı. Ama bütün yabancı arkadaşlarıma Kürt olduklarını söylediler. Sonra tekrar karşılaştığım zaman konuşmayı bu konuya getirmedim. Türkçe konuşamayan Kuzey Irak’lı, Suriye’li Kürtlerin de davranışları farklı. Misal sık sık gidip artık samimi olduğum, hatta bana iş teklif eden kebapçı arkadaş bana Suriye’de bir polisi yumrukladığı için kaçmak zorunda kaldığını anlatmıştı. Başka yabancı bir kız arkadaşıma da PKK için savaştığını anlatmış. Başka bir arkadaşa da başka bir hikaye anlattığı için hava atma amaçlı, ya da nabza göre şerbet politikasına göre hareket ettiğini varsayıyorum.

Ama Hollanda’lı kebapçı arkadaşla karşılıklı bir anlayışta olduğumuzu hissediyorum. Valla bak ben de Elazığ’danım, Kürt’üm diyor ilk iş. Birbirimizin sözünü keserek Kürt-Türk, her ne isen onu saklamanın anlamsızlığını birbirimize gece üçte bir kebapçıda ne kadar yapılabilirse o kadar anlatıyoruz. Karşılıklı takımının ne kadar kötü, ama ne kadar kötü, ama daha da kötü oynadığını birbirine ikna etmeye çalışan taraftarlar gibiyiz.

Ona Kürtlerin hepsinin Türkçe konuşamadığını söylemiştim, bu daha Kürtlerin çoğunluğunun Irak’dan geldiğini açıklamadan önceydi. Hızla bunun garip olduğunu kendisinin ve tanıdığı Kürtlerin hepsinin yaşadığı ülkenin ve okulda öğretilen dil olan Türkçe’yi bildiğini söylüyor. Bunu bizim Türkçe bilmeyen Kürtler’e sinirlenen Türkler olmamız ihtimaline karşılık da açıklamış olabilirdi, ama ben öyle hissetmiyorum. Normalin bu olduğunu düşündüğü için öyle açıklıyor, şevkle. Normal böyle olmak zorunda değil diye düşünüyorum ama üstünde durmuyorum.

Konuşma en başındaki neşesiyle devam ediyor. Başta yaşadığımız ürkekliği düşünüyorum. Genelde gördüğüm, Avrupa’da, eğer Türkiye’den gelen bir Türk isen bunu rahatlıkla söyleyebildiğin ama yine de bu ırksal meselenin mümkün olduğunca uzağından geçmeye çalıştığın, çalışıldığı. Karşındaki adam da bu konuya hiç girmiyor. Genelde memleketler sorulduğunda da garip bir bakışma oluyor. Bir anlık bir duraklama ve en iyisinin bu konuya devam etmemek olduğu. Niye bilmiyorum ama neden biliyorum. Her gün gazetede, Türkiye’de sokakta, internette, televizyonlarda bunun nedenlerini çok iyi görebiliyorsun. Ama işte Türkiye’den çıkıp Avrupa’ya gelince – kendinin olmayan bir dilden kurtulup aynı dili konuşmaya başladığında (ki Kürtler için Türkçe ikinci bir dil bile olsa – ki her zaman olmuyor çünkü Türkiye’de Kürtçe öğrenme şansı olan Kürt de az – onun yine de kendi dili olduğunu konuştuğundaki histen anlıyorsun) işler bir anda değişiyor.

Şimdi açığa çıkıp, kabul edilmeyen bu durumu karşılıklı olarak görme şansımız var. O Türkiye’li bir Kürt olduğunu söyleyebilir ben Türkiye’li bir Türk olduğumu söyleyebilirim ve bunu karşılıklı olarak bilip konuşabiliriz. Ama yurttan kalan o sorun, o ürkeklik hala üzerimizde. O anlaşılır ürkeklik.

Konuşmamız tüm samimiyetiyle devam ediyor. Hollanda’ya nasıl geldiğini soruyoruz. Önce abisi gelmiş, bir Alman ‘hanım’ ile evlenmiş. Geyiğimiz normal olarak Hollandalı kadınlar üzerine dönüyor. Arkadaşıma kendisine bir hatun bulmasını salık veriyor, çünkü üzerinde hiç tartışmadan konuşmada kabul edilen bir başka aksiyom da ne yapıp edip bir şekilde Avrupa’da kalınması gerektiği. Tartışılsa aynı sonuca varılır mı bilmiyorum ama Avrupa’da karşılaşan Türkler ile çok büyük çoğunlukla Avrupa’nın daha iyi olduğunu konuşabilir ve yine çok büyük ihtimalle tepki görmezsin, onu biliyorum.

Ben senin gibi üniversitede olsam hiç durmam diyor. Kebapçıda, gerçek anlamda gecesini gündüze katarak çalışırken bu iş zor, kabul etmek lazım. Soruyoruz vatandaş olmadan önce kaç sene evli kalmak lazımmış diye, beş yıl. Vay anasını diyoruz. “Beş sene kadına (karıya diye düzeltiyor sonra konuşmanın ruhuna uygun olarak) dayanacan, ne derse yapacan artık.”

Kendimi sevdirme içgüdüm gece üçte bile çalışır halde; gece üç kebapçı ortamına uygun bir espri yapayım diyorum. Kendimi sevdirmek için zararsız da olacaksa inanmadığım şeyler üzerine bile espri yapabilirim. Tıpkı kadınlarda erkekler hakkında atıp tutmakta olduğu gibi erkeklerde de kendi aralarında kadınlardan şikayet etmek kadar kesin ve garantili sonuç veren başka, bu kadar onaylanan, bir konu başlığı yok. “En azından buralı hatunlar bizimkiler kadar dırdırcı değildir diyorum. Senin abinin hanımı nasıl, sen bilirsin?” Arkadaşımın ne demek istediğimi anladığından eminim. Burayı okuyan erkeklerin, hatta çoğu kadının da ne demek istediğimi çok iyi anlayacağı gibi. Bizim ‘bildiğimiz’ Türk kadınını bizim bilmediğimiz ama tahmin etmediğimiz Avrupa kadınıyla karşılaştırıyorum, klasik-çok bilinen şekliyle.

Ama kebapçı arkadaşın karşılaştırması başka. Önce kendisinin dükkanda olmaktan dolayı çok fazla bilgiye sahip olmadığını kabul ederek ama çeşitli gözlemlerde de bulunduğunu belirterek mütevazi bir şekilde teorisinin arka planını yapıyor önce. “…benim gördüğüm buradaki hatun gezmek istiyor, sen onunla bir şeyler yap, ona bir şeyler al istiyor. Öyle bizde olduğu gibi erkek akşama kadar çalışsın o evde beklesin, sonra eve gelsin beraber yemek yesinler – o anlayış yok.”

Kürt-Türk meselesini çok rahat geçmiştik kebapçı arkadaşla. O Avrupa’da gecesini çalışarak geçirirken biz de gezerek geçiriyorduk ya, şimdi de başka bir fark vardı. Nasıl çıkacaktık bu işin içinden. Yaşayış farkı mı, kültür farkı mı, şehir farkı mı, sınıf farkı mı diyecektik. Arkadaşım konuşmanın daha öncesinde Avrupa’da kalma yöntemlerinden bahsederken yüksek lisans-doktora gibi kavramları sıralayarak son derece eğlenceli konuşmanın temposunu bir kez bozmuş, kebapçı arkadaşı rahatsız bir durumda bırakmıştı. İkimiz de onun ‘bizdeki kadın’ portresine itiraz etmedik artık. Belki anlatmaya üşendiğimizden, belki asıl ‘gerçek farkımızı’ ortaya koyacağından ürktüğümüzden. Hollandalı bir müdavim gelerek muhabbeti böldüğünde bir süre Türkiye’deki kadın tiplemesini düşündüm sessizce. O mu haklı yoksa ben mi?

Tekrar bize dönüyor, müdavimi ‘başından attıktan’ sonra. Benim bir sonraki gün gideceğimi çoktandır biliyor olsa de benim aldığım müşteri hizmeti tartışılmaz daha iyi. Tabii biz de onun bu gece nöbetine, ki haftanın yedi günü her gece olduğunu öğreniyoruz, biraz destek olmak amacıyla lahmacunlarımız bitmiş olsa da orada bekliyoruz bir süre daha.

Ne zaman kapatacaksın hocam? Bugün erken kapatacağım. Saat dört gibi sahuru yapıp kaparım. Gözüm arkadaşıma kayıyor. Teyit amacıyla. Türkiye’de olmayınca ramazanı unutmak ne de kolay. En azından ikimiz de “Allah kabul etsin” yalancılığına yatmıyoruz. Belki ikimizin de aklından uzun yaz gününde zor olup olmadığını sormak geçiyor ama bu konuyu da bırakıyoruz. Ürküyor muyuz?

Güzel muhabbeti sonlandırıyoruz. Şevkle el sıkışıyoruz. Arkadaşa tüm kalbimle sabır ve kolaylık diliyorum ayrılırken.

Gece üçte Hollanda’da bir kebapçıdan çıkıyoruz. Kafam ve karnım dolu olmasa ve saat gecenin üçü olmasa düşünecek çok şey var ama işte…

Acaba sırf karnı tok, sırtı pek, kendi kişisel dertleriyle kafasını doldurduğu ve yapılacaklar için de zaten geç olduğunu düşündüğü için bu tip konulara kafa yormayan insanlarla aynı duruma düşmüş müyümdür?