Mesajlar Etiketlendi ‘eğitim’

İş dönüp dolaşıp sanki ODTÜ’ye dayandı, belki daha önce de olduğu gibi. Ama işin buraya gelip dayanması, gelip dayanacağı yerin ODTÜ olmasıyla da alakalı değil mi? İşin bu hale gelmesinin nedeni bir bakıma zaten ODTÜ’nün ODTÜ olması, işin en baştan buraya gelmesini önleyememesi, hatta buna neden olması değil mi? (daha…)

İlk yetişkin romanını okuduğunda kendisini farklı hissetmişti. Yeni bir dünyaya girmişti. Artık o çok bilmiş büyüklerinin yapabildiği bir şeyi yapıyordu, hem de hiç eksik olmadan, hiç geri kalmadan. Ve sonra televizyondan veya bir amcadan/teyzeden öğrendiği ilginç bir bilgiyi okul köşesinde arkadaşlarına satarken heyecanlandı. Derslerinden öğrendiği sadece notlar değildi ya, bunu her yeri geldiğinde kullandı. Tarihten, biyolojiden, fizikten, matematikten, edebiyattan bildiği her ne varsa ilk fırsatta bunu gösterdi. Aile toplantılarında, arkadaş çevresinde öne çıktı. Akıllıydı, bilgiliydi, zekiydi. Bir şey bilmedeğini fark ettiği büyüklerin, bir şey hatırlamayan babasının, çok da umursamayan annesinin, nasıl olur da bilmediğine şaşırdığı yaşıtlarının yarı dinleyen kulaklarına anlattı da anlattı. Bilmiş bir ifadeyle, tıpkı çocukken ona bilmediği bir şey öğretilirken olduğu gibi.

Sonra romanların, düşüncelerin dünyasına daldı. Sadece test çözmeyecekti ya kendisini bir adım daha ileride görecekti. Klasikleri de okudu, günün popüler romanlarını, okunması zor kalın kitapları da okudu, başkalarının anlamsız dediği anlamıyorum dediği kitapları da yanında gezdirdi. Üniversiteye öyle boş gitmeyecekti. Öğretmenlerinin çoğunu beğenmemeye başladı ama bazılarına da hayrandı. Çünkü bir şeyler öğretiyordu ona. Aynı şey abiler, ablalar için de geçerli oldu. Kim ki daha havalı bir ünivesitede okuyordu, kim ki daha sofistike cümle kurabiliyordu onun ağzına bakar oldu. Yetişkinlerin çoğu geri kalmış, bilgisizdi ama yine de onların beğendiği, övdüğü abi/abla da daha değerliydi.

Televizyon aptal kutusuydu artık. Eğer illa izlenecekse herkesin izlediği seviyesiz yerli diziler yerine yabancı diziler izlenecekti. Ama sinema daha heyecanlıydı. Sinemada da öyle her filme gitmezdi, film zeki olmalıydı, heyecanlı olmalıydı, bir şeyler anlatmalıydı, ama özellikle ve özellikle herkesin gitmediği bir film olmalıydı. Mümkünse arkadaşlarının ben bu filmden bir şey anlamadım dediği film olmalıydı, ki anlayabilsin. Ondan sonra arkadaşına ister aktarırdı çözdüklerini ister aktarmazdı. Posta yerine Cumhuriyet okurdu, ya da Sabah yerine Yeni Yüzyıl, Radikal, Zaman. Bununla da içten içe gurur duyardı. Yeter ki sıradan bir gazete okumasın. Sıradan köşe yazarlarını da okumazdı ama diğerlerini tıpkı çok değerli abileri ablaları gibi takip ederdi Can Dündar’ını, Bekir Çoşkun’unu, Serdar Turgut’unu… artık kim onu daha çok bildiğine ikna ediyorduysa. Çünkü artık bilmedikleri değerliydi.

Üniversiteye de o hızla girdi. Sadece derslerden ibaret olmayacaktı hayatı. Ders de sadece dersi öğrenmek için değildi. Çok daha fazlasını alıp çıkacaktı her girdiği sınıftan, her hocanın suyunu sıkacak bilgisini içecekti. Dersler yetmezdi. Kulüplere katılacaktı. Konferanslara gidecekti. Ulusal yetmezdi, uluslararası organizasyonlara katılacaktı. En zeki, en bilgili insanlarla takılacaktı hep. Tek önemli olan ona bir şeyler katabilen bir insan olmasıydı. Romanlar, kitaplar daha da önemli olacaktı. Daha klasikleri, daha kalın kitapları, daha anlaşılmazları okuyacaktı. Sinema da yetmezdi artık kıyıda köşede kalmış, az bilinen, kült olan önemli filmleri izleyecekti. En anlaşılması zor, en sofistike şarkıcıları, müzikleri dinleyecekti. Her şeyi tadacaktı. Her şeyin en iyisini görmüş olacaktı. Nerede bir düşünce varsa, nerede bir akım varsa, nerede bir teori varsa, nerede bir kavram gelişiyorsa o çoktan biliyor olacaktı.

Her şeyin ama her şeyin farkında olacaktı.

Tabii bütün bu bildikleri de yetmezdi. Bunları arkadaşlarıyla tartışacaktı. Her konuda konuşacaktı. Kapitalizm-komunizm, politika, hayat, adalet, ölüm, din, eğitim, ırkçılık, sınıf farkları, ahlak… hiçbir şey onun düşüncesinin uzanamadığı yerde olamazdı.

O ülkenin, vatanının, milletinin, çağının, çağdaşlarının en önde gelenlerindendi. Liderlik yapacaktı. Örnek olacaktı. Yeni şeyler yapacaktı; eskiyi yenileştirecek, sıradanı olağanüstüleştirecek, geleneksele devrim yaptıracaktı. Farklı olacaktı. Her şey onun el atması, onun sihirli dokunuşu için oradaydı.

Hayalleri de öyleydi. İstediği alanda iş bulacaktı, kariyer yaparken bir yandan gelişmeye devam edecekti. Tıpkı sadece ders olmadığı gibi sadece iş de olmayacaktı. Hızla yükselirken hızla farklı bir insana dönüşecekti. Eşi de öyle olacaktı. Arkadaşları da. Eski arkadaşları da onunla birlikte gelişecek, değişecekti. Yeni arkadaşları daha da mükemmel olacaktı, çok daha farklı hayat tecrübelerinden gelecek, çok daha parlak olacaktı.

Sonra bir gün mezun oldu…

İş aradı, buldu. Tam istediği, hayal ettiği iş değildi ama gerçekçi olmak lazımdı. Çalışır değiştirirdi. Ya da istediği pozisyona gelirdi.

Sonra para kazanmaya başladı…

Parayla birlikte harcayacak yeni yerler de öğrendi. Sonra para harcamaya başladı. Bütün bu kazanma-harcama sırasında fazla vakti kalmadı. Harcayacak çok şey buluyordu, çok çalışması lazımdı. Bir yıl önce öğrenciyken ailesinden aldığı harçlıklar hiç sorun olmuyor az geliyordu, şimdi ailesinden para almak ağrına gidiyordu. Ama yine alıyordu. Ama almamak için daha çok çalışması lazımdı, daha harcıyamazdı ya. Ayrıca ev alması lazımdı, araba alması lazımdı. Yurt dışına tatile gitmesi gerekiyordu. Sonra çok çalıştığı için iyi tatil yapması da lazımdı. İyi tatil ancak çok parayla oluyordu, çünkü vakti yoktu.

Romanları haftada iki üç gün yatmadan önce okuduğu onar sayfaya inmişti. Sadece popüler romanları takip edecek gücü kalmıştı. Bazen haftalar oluyor tek sayfa okumuyordu.

Gazeteleri de artık öyle okuyamıyordu. Takip edebildiği kadarıyla tv haberlerinden ya da gazetelerin internet sitelerinin ana sayfalarından takip ediyordu. Orada da günün stresini komik videolar, ilginç fotoğraf galerileriyle atıyordu.

Arkadaşları da çok çalışıyordu. Buluştukları zaman fazla bir şey yapacak vakitleri yoktu, birlikte para harcamaya gidiyorlardı. Orada başka nerede para harcanabileceğini, nerede para harcadıklarında çok keyif aldıklarını, nereden daha çok para kazanılabileceğini ve kimin nereden, ne kadar para kazandığını konuşuyorlardı.

Film konusu tekrar sinema günlerine dönmüştü. Ama artık herkesin izlediği filmi mutlaka izlemesi gerekiyordu. Çünkü iş arkadaşları ve arkadaşları ve iş arkadaşı olan arkadaşları ‘mutlaka’ izlemelisin diyordu. Diziler de hala yabancıydı ama en popüler olanlarıydı. Yine ‘mutlaka’ izlenmesi gerekenlerdi. Hatta dizilere tekrar yerlileri de katıyordu, çünkü kafası artık kaldırmıyordu.

Birisi eskiden ucundan köşesinden geçtiği felsefelerin, düşüncelerden bahsediyorsa, daha önceden kullandığı bir argümanı hatırlayabilirse heyecanla katılıyordu tartışmaya. Ama tartışmanın hemen orada bitmesi lazımdı. Fazla devam ettirecek zamanı da yoktu, merakı da. Eğer bilmediği bir şeylerden bahsediyorlarsa beyni sanki ona itaat etmiyor kapanıveriyordu. Kulaklarından geçmiyordu adeta sözler.

Eğitim hala daha önemliydi. Şirketin ekstra eğitimlerine katılıyordu. İyi sertifika, konferanslar buluyordu, özellikle ofisine, masasına asınca güzel duracak. Bir yerlerde yüksek lisans da bakıyordu, şöyle prestijli, CVsinde iyi gözükecek.

Eskiden yaptığı gibi kulüplere, yardım organizasyonlarına ayıracak vakti yoktu. Ama sağlık önemliydi, bir gym club’a yazıldı, gidemiyordu ama olsun. İş dışındaki konferans eğitim seminerlerine, eskiden çalmak isteyip de çalamadığı müzik enstrümanlarının öğretildiği kurslara, öğrenmek isteyip de öğrenemediği dillerin kurslarına katılamıyordu ama onun yerine outdoor daylere, festivallere, yemek kurslarına, yeni akım workshoplara, dans kurslarına katılıyordu.

Yeni arkadaşlar da ediniyordu. Çevresini, networkünü geliştiriyordu. Yeni arkadaşları kendi çevresinden; hep daha kariyerli, hep daha zengin oluyordu.

Politik tartışmaya girecek fazla vakti yoktu. Eğer onunla aynı fikirde düşünen birini bulursa karşılıklı beraber atmalarında bir zarar görmüyordu ama. Atarken de hep bu gazetelerin internet sitelerinden gördüklerini kullanıyordu. Ya da iş arkadaşlarından duyduklarını. Bir de hep aynı şeyleri söylüyordu.

Eşini de seçmişti. İyi bir kariyer planı ve maaşı vardı. Hem de düzgün bir adam/kadındı. Birlikte para harcamayı sevdiği birisiydi. Beraber güzel yerlere yemeğe gidiyor, özel toplantılara katılıyor, sinemada, yurt dışı/yurt içi tatillerinde, alışverişte aynı zevki paylaşıyorlardı.

Sonra çocuk da düşünmeye başladı. Onun için hayaller kuruyordu. Tıpkı kendisi için kurduğu gibi. Hatta hatta, aynıları mıydı ne?

Gerçekleştiremediği hayalleri vardı onu fark etti. Pardon hatırladı, unutmuştu. Şimdi onu çocukları gerçekleştirecekti. Tıpkı onun anne, babasının hayallerini gerçekleştirmiş olduğu gibi.

Anne ve babası çok çalışmış ve ona iyi bir gelecek sunmuşlardı. Kendilerinin gerçekleştiremediği hayalleri onun gerçekleştirmesini sağlamışlardı. Anne ve babasının hayali onun çok iyi bir işe girip, çok çalışarak çok para kazanabilmesi, kendisi gibi çok kazanan bir eş bulup, beraber istedikleri gibi para harcayabilmeleriydi demek ki.

Şimdi de o çok çalışacak ve kendi gerçekleştiremediği hayalleri çocuğunun gerçekleştirmesini sağlayacaktı.

Post-modernizm yaşayan (ve bundan sonra ne yaşaması gerektiğini bilemeyen kafası karışık) dünyanın hala daha modernist olmaya çalışan vahşi küçük Türk kapitalistleri olarak hayatımızın güzelliği-kalitesi “bir yerlere gelmek” ile “bir yerlere gitmek” arasında savrulup tanımlanmakta. Ne olmak istiyorsun bu hayatta? Bir yerlere gelmek. Eğlenmek, mutlu olmak için ne yapalım? Bir yerlere gidelim.

Bu ‘bir yerler’ nedir, neresidir? Günden güne değişebilse de mantık hep aynı; kafası karışık, kendi doğrularını bulamamış, herhangi bir prensip ve ideolojiden yoksun, düzensiz, istikrarsız ‘toplum kollektifinin’ ortaya çıkardığı bazı doğru, ya da günümüz deyişiyle trendy ‘yerler’. Bizim ruhumuzun neden bu yerleri istediğine dair ise hiçbir fikrimiz yok.

“Sağlık, para, aile, arkadaşlar…” Bunlar değil midir hayatınızdaki en önemli beş şeyi sorsalar hepimizin düşünmeden vermeye başlayacağı cevaplar. Her kim ki sofistike olmak adına önceden bu cevapları düşünmemişse veya daha öncesinden tecrübelenip eski cevaplarını tekrarlamıyorsa bu kısır döngüde sıkışacaktır. ‘Hayır hayır’ diye şu anda yazıya isyan eden bünyelerin de kendi kandırmacalarının esiri olmuş olmaları muhtemeldir.  Doğru kimi parayı veya aileyi es geçebilir ama genelde de geçilmez, geçilse de yalancı bir geçiş olur.

Tamamıyla aynı cevapları mutlu olman için ne gerekiyor diye sorulduğunda da kullanmak da mümkün. Yine de bu güzellik yarışması cevaplarının ötesine geçilip, düşünüldüğünde, mutluluk genelde beklentilerinin karşılanması olarak tanımlanıyor. Zaten hayatta bizim için en önemli olan olgularla mutlu olmamız için gerekenlerin de aynı olması normal olurdu, ama değil, değil mi? Bazı “öz eleştiriciler” bunu genelde doyumsuz, aç gözlü insan doğamıza suçu atarak hesabı kapatmaya çalışsa da aslında hayattan sağlık, para, aile, arkadaşlar dışında bir şeyler beklemenin hiçbir yanlış tarafı da yok. Bekliyoruz da. Ama ne bekliyoruz? Bu beklentimiz olan ‘yerler’ nedir?

Doğru yine toplum tarafından medya-aile-çevre-okul yoluyla ince ince işlenmiş benliğimiz bu ‘yerleri’ istemiyor değil. Neden istiyor diye sormaya gerek yok, var mı? Bütün isteklerimizin, özentilerimizin bize aile, televizyon, konu-komşu-aile çevresi ve yine kendilerinin çevrelerinden öğrendiklerini okula getiren arkadaşlar tarafından şekillendirildiği belli. Çünkü üniversite sonrasına kadar sıradan bir Türk evladının hayatında seçime veya karara yönlendirildiği pek bir yer yok, değil mi? Sözde karara yönlendirildiği lise tipi seçiminde (sınırlı seçenekler ve karar verirken yine bir yerlere gelebilmenin öneminin vurgulanması) ve üniversite bölüm seçiminde (sınırlı seçenekler-ilgisiz puan kısıtlaması ve karar verirken yine bir yerlere gelebilmenin öneminin vurgulanması) kararın ne kadar bir karar olduğu tartışmalı.

Okul dışında ne yapmak istediğimize dair herhangi bir destek var mı? Yine ailelerin dayattığı bir enstrüman öğrensin, spor yapsın gibi sosyal faaliyetler (eğer dayatırlarsa o da) dışında bize sunulan pek bir şans var mı? Kaldı ki yine bir enstrüman öğrenmek istediğinde ya da tiyatro koluna katılmaya karar verdiğinde bunun ne kadarının özenme dışı olduğunu bilebilmek çok zor. Çünkü bize özendirmeden tüm seçeneklerimizin anlatıldığı, kendi seçeneklerimizi yaratmaya itildiğimiz hiçbir oluşum yok. Çoğu zaman seçenek sunulması bile bir lütuf olarak görülüyor. Bundan sonra geriye kalan tek şansın bu çeşitli rastlantılar sonucunda seçeneğin olmuş ve seçtiğin şeyin gerçekten seni mutlu eden bir şey olmuş olması. Ama tabii sonrasında bunu takip edip hayatının önemli bir parçası haline getirip getiremeyeceğin tartışmalı.

Tabii üniversite sonrasında durum değişiyor mu? Hayır. Yine bir yerlere gelinebilecek işe girme, istediğin-sevdiğin mesleği yapman önemli (ama mutlaka para kazanılacak bir iş olsun) sosu ile birlikte size dayatılıyor. Kaldı ki istediğin işi, mesleği aramak için zamanın da kısıtlı. “Hayatından bir yıl kaybetme!” (üniversite hazırlık ve üniversite sonrasında iş ararken), çünkü senin için (herkes için aynı) dizayn edilmiş hayatı bir an önce yaşamaya başlaman lazım. Zaten bir de erkekseniz seçme şansınız bulunmayan savaşma (ama bu kelime abartlı olur – belki vatani görev?) yükümlülüğü de cabası.

Peki hangi ara bir insan kendisini dinleyerek bu hayattan ne istediğine, bu hayatta kendisi için asıl neyin önemli olduğuna nasıl karar verecek? İş işten geçtikten sonra mı?

Televizyon, filmlerde otuz saniyede başlayan mükemmel ilişkilerin hayaliyle yaşarken…

Pahalı araba – saygı, bol para – mutluluk, popüler mekan-popüler insan, güzel olmak-sıska olmak, ‘iyi’ giyinmek, güzel – ama fiziksel güzel – bir eve sahip olmak tek doğrular olarak kafamıza itinayla bombardize edilirken; bunlara sahip olmayanlar mutlu olamazlar kes(k)in sonucuna her gün bilinç altı düzeyde defalarca varılırken…

Herkes için tek bir ruh eşi olduğunu defalarca görsel atraksiyonel olarak kanıtlanmışken doğru eşi bulmanın (çiftleşmek önemli) peşinde koşarken…

Devamlı bir yerlere gelmek için önceden kararlaştırılmış bir yolda iteleyerek ilerlemeye çalışan, mutsuzlandığında da bir yerlere gitmek için sosyal enerjisini harcayan insan gerçekten hangi ara onu gerçekten mutlu edecek şeyler üzerinde düşünmeye fırsat bulacak?

Özellikle de bu düşünmeye fırsat bırakmayan hayatı; zaten onu kendiyle barışık mutluluğuna ulaşmasını imkansız kılarken bir de üstüne mutsuz olduğunu sorgulama zamanı da bırakmazken…

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de bu oluşturulan toplumsal mitlerin kendini doğrulaması gibi vahşi bir destek düzeni de yok mu? Misal, “Abi adamın altında Ferrari var ama yine de bir hatunla çıkamıyor”. Çünkü iyi bir arabası olanın otomatik olarak kız arkadaşı oluyor, değil mi? Sonuç; adam kabiliyetsiz. Benim öyle arabam olsa…

“Abi ODTÜ’de okumuş adam olamamış.” (Kendi okulumdan örnek vereyim dedim kimse alınmasın.) Evet, çünkü iyi bir üniversitede okumak adam olmayı garantiliyor, değil mi. Özellikle de buraya girenlerin a-b-c-d-e şıkları arasından çoklu seçimler yapma gibi üstün bir sınanmadan geçmeleri üzerine iyi bir üniversiteden çıkıp yine öküz kalmaları, adam olamamaları büyük sorun. Tabii eğer abi diyen adam, adamlığı böyle tanımlıyorsa – yok adamlığı zaten para-kariyer olarak tanımlıyorsa apayrı bir sorun.

“Kız güzel ama yine de iyi bir koca bulamamış.” Evet teyze evet.

“Bodrum’a, Çeşme’ye, İstanbul’a, Amsterdam’a, Barcelona’ya, Miami’ye gitmiş ama kimseyi bulamamış öküz.” Suçlu o, değil mi? Çünkü televizyonda gördük (ki o zaman gerçek) oraya gidenler ‘kesin’ buluyor.

Bize yapılan bu çevresel ve görsel bombardımanın bir süre sonra doğrularımız, değerlerimiz haline gelmesini engellemek çok zor. Çünkü;

a)     Bunun üstüne düşünecek zaten zamanımız yok

b)     Bunun aksini söyleyen düşünceler bulacak başka bir kaynak yok

Etrafındaki herkes bir doğruya inanırken buna kayıtsız kalmanın, ya da onların ele geçirici saldırısıyla tek başına savaşmanın zorlukları da cabası. Bu sadece “teslim olmak” da değil… Kendi beklentilerini oluşturamadığın anda toplumun senin için doğru olan beklentilerle o boşluğu doldurmaya her daim hazır olması. Dolayısıyla senin de bu beklentilere uygun yaşamaya başlaman ve dolayısıyla bir süre sonra bu çarka teslim olman… Ama bu topluma göre doğru olan beklentilerin herkes için aynı olması sizde de bir kuşku uyandırmıyor mu?

Her şey olup bittiğinde bir de “toplumsal olarak” başarmış birisinin neden hala daha mutsuz olduğunu anlayamama şaşkınlığımız aslında gereken her şeyi söylüyor. “Abi adamın iyi bir işi var, güzel bir sevgilisi, iyi bir evi, geleceği parlak, sağlığı yerinde… sorunu ne anlamadım ki?”

Türkiye koca bir hayal kırıklıkları ülkesi. Bunun bir nedeni insanı umutlandıran çok şey olması. İnsanı umutlandıran çok şey olmasının nedeni de kötü durumda olan çok fazla şeyin olması. İşte bir hayal kırıklığı daha!

Mesela Türkiye’de güzel bir şey olursa onun çirkinleşmesi için illa bir şey yapan bulunur. Herkesin tecrübesiyle sabittir bu. Ya bu güzel şey kıç tarafından anlaşılıp çirkin şeylere damızlık görevi görür ya da bu güzel duruma insanların verdiği damızlık hayvan tepkileri size nerede yaşadığınızı hatırlatıp moralinizi bozar. Bir güzel olayı daha da güzelleştiren birini hatırlıyor musunuz? En güzelinden ince bir espri yaparsınız da başka birisi esprinize devam diye kötü bir espri çıkarır ya da amerikan filmvari çak dostum çok iyi espriydi moduna girer; espriyi yaptığınıza yapacağınıza pişman olursunuz ya, onun gibi.

Sonra biriyle tanışırsınız ya da bir arkadaşınız olur. Ya da bir arkadaşınızın, komşunuzun, hocanızın hal, tutum, davranışını beğenirsiniz ya. İnsanların hem beğendiğiniz hem beğenmediğiniz yönleri olabilir. Ama beğendiğiniz yönün arkasında bir prensip, düşünce olduğunu düşündüğünüz için (olması gerektiği için) siz bu insana bazı yönlerden güvenmeye başlarsınız ya. Çok geçmeden yalan olur ya bu. Çünkü bu Türk genci/insanı, eğitim sistemine yaraşır bir şekilde bu beğendiğiniz davranışı bir yerden ezberlemiştir.

Sonra kamuya mal olmuş bir karakteri dinlersiniz ya da bir yazarı okursunuz. Sonunda, dersiniz. İşte söylenmesi gereken bir şeyleri söylüyor dersiniz, odada yalnızken televizyona konuşursunuz falan, içiniz öylesine umut dolar. Yazık olacağı o andan bellidir. O lafı eden adam bu lafı edemez düşüncesi hiç mi hiç tutmaz. Kimi korkar, kimi paraya kaçar, kimi kendisini ne popüler yapıyorsa onu söyler, kimi zaten en baştan kolay etkileniyordur başka bir şeyden etkileniverir.

Şarkıcıları bile bir garip bu ülkenin. Bir şarkı yapar, bir albüm çıkarır; vay anasını dersin. Arkadaşlarına tavsiye edersin, yabancı arkadaşlara falan dinletmek istersin, o da dinlesin, etkilensin, Türkçe bilmiyor diye bu güzellikten mahrum kalmasın diye düşünürsün, öyle bir avukatlık pozisyonuna yükseltirsin kendini. Hop bir sonraki albüm, bir sonraki şarkıda o şarkıcının yerinde yeller esiyor olur.

Devlet dairesine gidersin işin harika hallolur, neler oluyor dersin; aynı yere ikinci gidişinde dersini alırsın, neler oluyor dersin.

Telefonda çağrı merkeziyle konuşurken internetten gecikmiş borcunu ödediğin doğalgazın sabah kalktığında çoktan açılmış olduğunu görürsün, sadece kablolu televizyonunu kapattırmak için iki devlet dairesini ziyaret etmen ve on dört belge sunman gerekir.

Askerlik, ordu işlerine girmiyorum orada bir hayal kırıklığı olmaz. Ne bekliyorsan onu bulursun. Acayip istikrarlıdır. O yüzden ordu en güvenilen kurumdur ya, yıllardır düzenli bir şekilde…

Tayyip Erdoğan bile ben hala genel olarak insanlara güvenirim diyenin hayalini kırmayı başarır. Önce balkon konuşması yapar, sonra havaalanı konuşması. Başbakanın “uçmadan” önce veya sonra genelde bu şekilde “uçması” da belki araştırılmalıdır. Şekeriyle ilgili bir sorun, basınç değişimi ya da bilinçaltında uçağa binmeyi hala daha büyük bir olay olarak addetmesinden dolayı oluşan ani bir özgüven sıçraması mı? Tezlerimi gönül rahatlığıyla kullanabilirsiniz.

Bu yazı da bir Türk tarafından yazılmış olmanın özelliğiyle olsa gerek eğer heyecanlı bir sona sürüklenmeye başladıysanız, ola ki – sakın ha, hayalinizi kıracaktı.

Sonuç olarak bu ülke adamın belini de kırar ruhunu da hayalini de. Ama umut da verir. Nazlı bir güzel gibi dediğinizi duyar gibi oluyorum.

İşte bu nazlı güzellere karşı genelde nasıl davranıldığını bilirsiniz. Ya da şimdi düşünüverin. Bu konuya benim tespit edebildiğim üç çeşit yaklaşan üç tip insan var. Kimi;

1-     Ben böyle işin içine.. der, arkasına bakmaz.

2-     Vay bana böyle yapıyor ha. Ben de onun ağzından girip burnundan çıkıp, tatlı dilimle onu kandırıp bir şekilde ondan istediğimi aldıktan sonra onu bir kenara atmaz mıyım, diyen de olur.

3-     Aaaayyyy… ben aşık oldum galiba, diyeni de olur. (Buradaki ayyy haksızlık değildir, cidden büyük bir korelasyon vardır.)

Tabi bir insan ülkesine böyle davranamaz, de mi? Çünkü bu ülke doğduğun topraktır… Seni doyuran, seni büyüten, sana elindekileri veren yerdir.

Seni sen yapandır…

Ülkeni, milliyetini asla değiştiremezsin.

Ülkensiz, milletinsiz sen bir hiçsindir…

Şimdi sorunum şu; bu son dört cümlenin espri olduğunu ya da tam anlamıyla gerçek olmadığını ya da bunların yanlış bilinen gerçekler olduğunu anlatırsam ya da en azından öne sürsem yazıyı bu cümleye kadar okuyup da doğru söylüyorsun, ülke bırakılmaz diyenlerden hayal kırıklığına uğrayan olur mu?

Ya da burada neredeyse sadece Türkiye/Türklük üzerine düşünen/yazan beni, sen ülkeni/milliyetini sevmiyorsun diye suçlayarak benim hayalimi kıran?

Ama şu bir gerçek ki hiçbir ülkenin; mutlu olmak, huzur bulmak amacıyla biraraya gelip kendisini kuran ve varlık sebebini oluşturan insanlarının hayallerini bu kadar kırmaya hakkı yoktur. Olmamalıdır.

Not1: Bu arada Türkçe ne kadar güzel bir dildir. İnsana tek kelimeyle kırılanın zaten senin hayalin olduğunu ne güzel anlatıyor. Türkiye, hayaller ülkesi…

Not2: Türkiye’nin bir hayal kırıklıkları ülkesi olduğunu bilmek, ve bildiğin halde onu umursamak, önemsemek, sevmek; daha zordur. Kimsenin size aksini söylemesine izin vermeyin.

Hayatı zorlamak

Yayınlandı: Temmuz 27, 2011 / Hayat, İnsan ve Hayatı, Türkçe
Etiketler:, , ,

Hayat, hayat olarak anıldığında ya güzelliği ya zorluğuyla iliştirilir. Unutmuşlukla kardeş bir mutluluk ya da hayatta kalabilmeye şükranla taçlandırılıp irdelenmesi bittiğinde, elde kalan  yine hayattır. Bir şekilde işi bitirilip bir kenara konulduğunda değişmeyen hayat, sonuçta değişen her şeyin insanın kendisinin değişmesine muhtaçtır.

Hayat aslında insandır, onun hayatıdır; ama zor olduğunda, ya da güzel olduğunda, ya da başkalarının hayatı söz konusu olduğunda bir anlığına bu bağlantıdan sıyrılabilir insan. Ne zaman ki kendisine normalde zamkla yapıştırılmış bu yararlı mutasyonu bünyesinden ayırıp hayata baktığında; onun zor veya güzel olduğunu düşünmekten başka bir şey de gelmez elinden.

Hayat zordur, çünkü hayat hakkındaki her şey zordur, belli bir çaba gerektir. En başta hayatta kalmak. Yemek, içmek, hareket etmeye devam etmek, vücudunu bir şekilde sağlıklı tutmaya çalışmak bile başlı başına bir mücadeledir. Çoğumuz için ardından gelenlerle karşılaştırmalı olarak bir etkinliği kalmamış olsa da bu en temel durum bile bir mücadeledir. Ardından gelen her şeyin, her bir fazla isteğin, hayatta kalmanın ötesinde gereken her şeyin işte bu en temel zorluktan (ihtiyaçtan) dolayısıyla daha zordur.

Ve bu hayat herkesin başa çıkabileceği bir şey değildir. Hepimizin hayatında hayatın zorluklarıyla başa çıkamadığı bir dönem vardır. Kendi güçlülüklerinin parıltısıyla kör olmuş insanlar bunu kabullenmek için bebekliklerine bakabilirler.

Neyse ki “hayatta kalmayı başarabilen insanlar” artık insaniyetlerinden mi yoksa kendilerinin hayatta kalabilmesi için midir bilinmez “hayatta kalmayı başaramayan insanlar” için toplum denilen bir varlığı oluşturmuştur. Prehistorik dönemlerde öldürmeye fiziğinin yetemeyeceği için daha iri yarı bir erkeğe sığınan kadınlar veya genlerinin kendisini devam ettirmesi için elinde olmaksızın bir kadına koşan erkeğin bir mağarada toplaşmasıyla yola çıkan toplum; hayatta kalamayanlar için opsiyonları her geçen gün geliştirmiş, onların başka sorunlarına çözümler bulacak kurumlar da geliştirmişlerdir. Okul, devlet, din, değerler, ahlak…

Eğer bugün toplum üniversite tercihi yapmaya çalışan bir genci ileride daha çok veya daha kolay para kazanabileceği bir iş sahibi olabileceği şekilde güdülerken, seksüel içgüdülerini dizginleyemeyen veya tatmin edemeyen insanı evlenmeye, ölümü ve ölüm sonrasını sorgulayan veya hayatında ruhani boşluk hisseden birini çevresindeki insanların ait olduğu dine iterken veya yurtdışından gelen göçmenlerin oluşan ekonomik değeri onlardan götürmemeleri için direniş oluşturma amacıyla ırkçılığı öğretirken; aslında sadece “zor hayata” karşı “hayatta kalma mücadelesi” içindedir. Ve tam da bu yüzden belki de insan özgürlüğünü ve kapasitesini kısıtlayan bu durum belki de hakettiği şekilde kötü olarak nitelendirilememektedir. İnsaniyet nedeninden mi bunu yapamıyoruz yoksa kendimizin hayatta kalabilmesi adına mı bilinmez.

Ama toplum bir şekilde “hayatta kalması zor olan insanlar” için oluşturduğu bu düzeneği ayakta tutmak adına bu öğretilerin veya anlayışların dışına çıkan insanları da cezalandırmak durumundadır. O yüzden hayatta kalmaktan daha fazlasını yapabilecek her insan zaten peşinde olduklarının zorluğuna bir de toplumun bu direnişiyle de mücadele etmek durumundadır.

Ama her insanın önüne yine de hayatı zorlayabileceği anlar gelir. Hayatı zorlamak ya da zorlamamak arasında tercih yapacağı bir anlar bütünlüğü, hayatın dönüm noktaları ya da dönmediği bütün o karar anları. Üniversite tercihi, din-dinsizlik tercihi, ırkçılık veya başka kavramlar değerler üzerinde düşünebilmek bunlardan sadece birkaçıdır. Hayatı zorlamak, temel zorluğunun ötesine geçmek, yani hayatta kalabilmekten bir fazlasını istemek, yani o kaprisli hayatın sunabileceği yüzlerce güzellikten bir tanesini daha hayatına katmayı istemek; herkesin yapamayacağı ama herkesin gün gelip de yaptığı bir şeydir.

Merak, özenme, istek, ihtiyaç; hangi duygudan yola çıkarsa çıksın her insan da hayatında bir dönem, veya çoğu dönem bu bir fazla güzelliğin peşine düşer. Kimi daha fazla güzelliğin, kimi daha güzel güzelliklerin peşinde giderken ister istemez hayatı daha zor yapar. Ve en başta bahsedildiği gibi hayatından sıyrılıp hayata baktığında onu güzel yerine zor olarak tanımlar.

Hayattan daha fazlasını istemek için hayatı zorlayan insan, ironik bir şekilde, hayatını daha az güzel hissetme girdabına kapılmak zorunda kalır. Farklı güzelliklerin peşinde koşarken hayatını zorlaştıran hepimiz, unutulmuş mutluluklarıyla bu güzelliklerin farkında bile olamayan insanların hayatlarına bazen gıptayla bakarız. Ama uğrunda hayatlarımızı zorlaştıran güzelliklere, daha elde edemediğimiz o güzelliğe bir saniyeliğine bile olsa gözümüzün kayması yeter.

Hayat zorlayınca güzel, hayat güzel deriz. Sadece bizimki güzel değildir de, zordur.