Haziran, 2011 için arşiv

AKP’nin her daim arkasında olduğunu hatırlattığı ‘halk iradesinin’ meclise yansımadığına isyan eden diğer partiler oldu. Ama aslında Türkiye Büyük Millet Meclisi on yıllardır olduğu gibi aslında tek bir iradenin yansıdığı bir yer olmayı sürdürdü: Türkiye ileri gitmesin iradesi.

Bu iradenin ortaya çıkardığı ‘yemin meselesinin’ düşündürdüklerini tek bir yazıda özetlemek mümkün olmadığı için birkaç yazımsı ile birlikte değerlendirilmesi gerekiyor.

Türkiye’de iş yapan cezalandırılır

Eğer işyerinde sorumluluk alıp iyi çalışırsanız patronunuz size diğer çalışanlardan daha çok iş vererek cezalandırır. Apartmanın boyaya ihtiyacı olduğunu düşünüp dairelerden para toplayıp ustaların başında zamanınızı, sinirinizi harcarsanız komşularınız arkanızdan demediklerini bırakmazlar. Eğer okulda hakkaniyetli çalışırsanız proje arkadaşlarınız işi üstünüze yıkar. Arkadaşlarınız arasında bir toplantı ayarlamak için organizasyon mu düzenlediniz, çoğunluk ya size şikayet eder ya da arkanızdan söylenir.

CHP yemin etmemeye karar vererek bir iş yapmaya kalkıştı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Fatih Altaylı’nın programındaki sözlerini yaklaşık olarak aktarmak gerekirse “…mahkum bile olmadığı sadece tutuklu olduğu halde halktan aldığı oya rağmen meclise giremeyen milletvekiline sahip çıkmazsak, yarın öbür gün halk bize arkadaş sen daha milletvekiline sahip çıkamıyorsun benim işime nasıl çıkacaksın demez mi?” Yaklaşık bunları düşünerek bir iş yapmış oldular gerçekten de.

Peki CHP bu işi yapmaya kalkıştı, doğru ya da yanlış da olsa “bir şeyler” yapmaya kalkıştı da bundan sonra ne olacak?

AKP, Mehmet Tezkan’ın işaret ettiği iki uç yoldan veya arası bir yerden hareket etmek opsiyonlarına sahip. Tezkan’ın da sonunda daha mümkün gördüğü gibi AKP muhtemelen meclisi tatile çıkarıp bu işin mümkün olduğunca uzaması ve CHP’nin zor duruma düşmesine yol açmaya gidecektir. Sinyaller bunu gösteriyor. Yani “bir şey” yapmayacak. Bir sorun yokmuş gibi davranacak.

Kılıçdaroğlu seçim sırasında partisini değiştirmeyi başaramadıysa da en azından söylemini daha ilerikçi bir yöne taşıdı, klasik CHP söylemini geliştirdi. Şu anda bunun için partisi tarafından cezalandırılma aşamasında. CHP yemin konusunda da, Ruşen Çakır’ın da söylediği gibi riskli yolu, yani ucu açık ve AKP’nin veya mahkemelerin aksiyonlarına bağlı bir yolu seçtiği için bu yazı muallakta geçirecektir ve bu sadece ve sadece CHP’nin içinin daha fazla karışmasına; dolayısıyla da bir şeyler yapmaya çalışan Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve dolayısıyla muhtemelen CHP’nin kendisinin cezalandırılmasına yol açacaktır.

Ayrıca Kemal Kılıçdaroğlu “sadece kendi vekillerimiz için değil meclise giremeyen herkes için bu işi yapıyoruz” diyerek riski iyice artırmıştır. Şimdi Balbay ve Haberal meclise girseler bile KCK tutuklusu milletvekillerinin ve hatta Hatip Dicle’nin meclise girememesi durumunda CHP’yi meclise taşımaya karar verirse yine AKP milletvekillerinin ve birçok tarafsız insanın diline düşücektir. Cezasını çekecektir.

10 yıl öncesinden 10 yıl sonrasına bakmak: Dönem farklıydı dışında bir şeyler söyleyebilmek

Bugüne on yıl sonradan bakıldığında, şu anda AKP hakkında düşünülebilecek olan yasalara göre davranıyorlar, mahkemeleri etkileyecek halleri yoktu ya şeklindeki krizi görmezden gelmelerini haklı veya masum gösterebilecek düşünceler, on yıl sonra muhtemelen pek de geçerli olmayacaktır. Ancak AKP’den Türkiye’nin on yıl sonra geleceği “fikri olarak daha ileri bir noktada” davranmasını beklemek umutsuz bir bekleyiş olacaktır. Bundan önce başka partilerden, bırakın partilerden hayatın her alanındaki insanların çoğundan bu davranışı beklemenin daha umutsuz olması gibi. Ne yazık ki.

Ne denmek istediğini daha iyi anlamak için birkaç gün önce Ahmet Hakan’ın hatırlattığı Merve Kavakçı’nın meclise gelme görüntülerini ve İsmail Küçükkaya’nın hatırlattığı Leyla Zana’nın yemin görüntülerini seyredin. Bu olayları size yıllardır anlatılageldiği, hatırlatıldığı şekliyle düşünmeyin ve baştan sanki hiçbir fikriniz yokmuşcasına seyredin. Geçen zamanın size tanıdığı perspektiften, Türkiye’nin değişen koşullarını bilme şansından yararlanarak bakın. Size bugün ile ilgili ne düşündürüyor?

BDP ne yapsın?

BDP Hatip Dicle’ye meclis yolu açılana kadar Diyarbakır’da toplanma kararı almış. Bunu ayrılıkçı bir hareket olarak görmek oldukça kolaydır. Ancak Hatip Dicle’nin seçimine izin verildikten, mazbatasını aldıktan sonra meclise girememesine; KCK’den tutuklu milletvekillerine kaçma şüphesiyle tahliye kararı verilmemesinden sonra BDP’nin yerinde siz olsanız ne yapardınız?

Amaçlarını, bu amaca ulaşma şekillerini anlamayabilir veya onaylamayabilirsiniz; ancak BDP’den verilen koşullar altında farklı şekilde davranmasını beklemek haksızlık olur. Olaya ben onların yerinde olsam (bu düşünceyi kaldıramayanlar ‘hani olmam ya’ şeklinde kendilerini rahatlatıp devam edebilirler) ben ne yapardım yönünden bakıldığında her zamanki gibi işlerinin zor olduğu görülüyor.

Dünyada hiçbir yerde hiçbir halkın; azınlık ya da çoğunluk, haklı ya da haksız devlete, sisteme karşı mücadeleleri kolay olmamıştır zaten. Sizin BDP’ye, ve belki bağlantılı olarak PKK’ya ve bağlantılı olarak Kürtlerin tümüne atfettiğiniz, atfediyor olabileceğiniz çoğu suçun bu da zorlu yolun doğası gereği ortaya çıktığını da hatırlatmak gerekir. Bu suçlar ve yanlışlar yapılmıştır. Ama anlamak ve kendi suçlarımızı da görmeye çalışmak daha güzel bir dünyaya yol almanın dışında büyüklüktür ve sizi güçlü kılacaktır.

Ancak BDP kendisini Hatip Dicle’nin meclise girmesine bağlayarak kendi kendini çok büyük bir sıkıntıya soktuğuna da şüphe yok. İlk akla gelen başka yolların da yaratılabilecek olmasıdır. Tam da bu yüzden, bu karar BDP’nin meclis dışında kalmasının kendisine çok da bir şey kaybettirmeyeceğini düşündüğünü işaret ediyor. Keşke onlar da meclise girerek önemli milletvekili sayılarından yararlanarak (özellikle AKP’yi tek başlarına 330 milletvekili üstüne çıkarabilme gücüne sahip olmalarına güvenerek) önemli işler başarabileceklerine inansalar. Ancak inanmadıkları için yine onları suçlayabilir misiniz?

BDP’nin ‘bugüne kadar yemin ettik de ne oldu?’ diye bile düşünmüş olması mümkündür. Kaldı ki BDP’nin en başta baraj yüzünden, sonrasında da Hatip Dicle kararı ile uğradığı haksızlığı en açık, matematik şekliyle görmek için Sedat Ergin’in linkteki yazısı son derece açıklayıcı.

Tabii ki BDP ve milletvekillerinin geleceğinden çok daha önemli olan bir şey varsa o da Türkiye’de yaşayan Kürtlerin geleceklerinin bu kararlardan olumsuz etkilenme ihtimali olmasıdır. Aslında bu olayda yeni Anayasa’nın daha da zora girmiş olmasıyla birlikte önemli olan, belki de daha önemli olan tek konu budur.

Ama en, en önemli olan şunun farkına varabilmektir: Bu olay sadece Kürtler için değil Türkler için de en az o kadar önemlidir.

Milletvekilleri meclise girmeli mi?

Halkın iradesi argümanını bir kenara bırakın; bırakın çünkü halkın iradesinin Türkiye’yi doğru noktaya götürüp götürmediği ve normalde de ne kadar tecelli ettiği; hatta kimi örneklerde halkın kim olduğu bile tartışmalı bir konudur.

Soru basit: Son seçimlerden sonra milletvekili olmaya ‘hak’ kazanan ve bugün meclise giremeyenlerin meclise gire-me-mesi doğru mudur?

Hayır değildir. Konunun hak-hukuk/delillerin toplanamaması/Ergenekon’daki uygulamaların zaafiyeti/kaçma-kaçmama şüphesi kısmına burada girmeyeceğim. Asıl “Hayır değildir” dememi getiren bakış açısı şudur: Bu insanlar kimilerinin savunduğu gibi Türkiye’de çok önemli işler başaracakları için, veya halk özellikle onları istediği için, ya da büyük haksızlıklara maruz kaldıkları için meclise girmemeliler. Ya da yukarıda sayılan teknik/insani/hukuki olaylar da değil girmelerini gerektiren. Meclise girmeliler, çünkü Türkiye halkı ve insanı bugüne kadar evrildiği noktada politikalarını seçecek siyasetçilerini bu şekilde seçmektedir; ve mantık da hakkaniyet de bu insanların da aynen bu şekilde seçilmeleri gerektiğini söylüyor. Nasıl ki Türkiye halkı ve insanı bundan önce politikacılarını seçerken bunun doğru olup olmamasından, adaletli olup olmamasından, halkın iradesi olup olmamasından çok; tüm kriterlerin/etkilerin kaynaşmasıyla ortaya çıkan Türkiye’nin hakettiğini bulması (ki herkes ve herşeyin hak ettiği,ve uğrunda çalıştığı sonucu bulacağı varsayımı ile bunu söylüyorum) diğer her noktadan daha önemli olmuşsa, burada da tek kriter bu olmalıdır.

Ama bu bakış açısı kendi içinde bir çelişki de barındırmaktadır. Önümüzdeki dönem Türkiye halkı ve insanının bugün geldiği noktada ortaya nasıl bir sonuç çıkarmayı “hak ettiğini” gösterecektir. Bakalım bu “hak” söz konusu milletvekillerini meclise taşıyacak mı ve ne şekilde taşıyacak. Çünkü seçimden önce ve seçimden sonra Türkiye ve insanının geldiği nokta ve dolayısıyla “hak” ettikleri değişmiş olabilir. Umarım, iyiye doğru.

Acelecilik, son dakikacılık

Bütün bu olayların ortaya çıkardığı bir diğer ihtimal de aceleyle yeni yasalar veya yönetmelikler için çalışmalara başlanılacak olmasıdır. Yıllardır meclis aceleyle, özel durumlar, spesifik olaylar için birçok yasa çıkardı. Ve oldukça bol vakti varken, düşünme-planlama şansı varken de çıkarılması gereken birçok yasayı çıkarmadı.

Bu ülke MHP ve AKP’nin aceleyle “sadece çene altından bağlayarak başını örterse üniversite’ye girebilsin” şeklindeki yasa tasarılarını gördü. Ve bu kavram, bu fenomen kimseyi rahatsız ediyor gibi gözükmüyor. Uzun yıllar boyunca değişeceğe de benzemiyor. Biz de uzun yıllar bu tip aceleci, son dakikacı oluşumların acısını çekmeye devam edeceğiz. “Acele işe şeytan karışır” atasözü AKP’nin dokuz yıl önce söz verip bir türlü konuya gelemediği dokunulmazlıkların kalkması yasasının konuşulmasının ertelenmesi için, “Bugünün işini yarına bırakma” atasözü ise üst yargı üyelerinin atama şekillerinin bir an önce değiştirilebilmesi için referanduma gidilmesi gibi işlerde kullanılırken; konu başka şeylere gelince Türkiye neden hep “Kısa günün karı” peşindedir? Örneklerin AKP’den olduğuna bakmayın, hepimizin içinde olan bir nevi ‘hastalıktan’ bahsediyorum.

En sonda…

Yukarıdaki tüm düşünülenler ve söylenenler yazının en başında söylenen iradenin ne kadar güçlü olduğunu göstermiyor mu?

İşte Türkiye’yi gizlice yönettiğini veya kötüye götürdüğünü düşündüğünüz o derin devlet/askerler/geri kafalılar/şeriatçılar/dış komplolar/yolsuzların ve onların ortaya çıkmasına ve yaşamasına izin veren zihniyetin arkasında aslında belki de Türkiye’yi yöneten tek bir şey vardır; o da bu en güçlü iradedir.

Neden alkol kullandığımı hiç sorgulamadım. Misal hayatımda sadece bir kere sigara içtim, o da daha geçen sene birisi ben daha ne olduğunu fark etmeden ağzıma koydu, ben de eh artık zamanı gelmişti deyip bir nefes çektim. Budur.

Ama alkolü sigara gibi sorgulamadım. Ortaokul mu lise mi hatırlamıyorum bile, ilk fırsatta denedim. Tadı hoşuma gitmedi, etkisi fena değildi, muhabbeti daha hoştu. Birçok insandan tadını sevmediğim için içmiyorum diye duydum sonradan, şaşırdım.

Sonra alkollü ortamlarda birçok insan tanıdım. Ya da tanıdığım insanları alkollüyken tanıma fırsatı buldum. Alkollüyken insanların nasıl gevşediğini, nasıl açıldığını, nasıl normalleştiğini ve en önemlisi nasıl bana kendilerini gösterdiklerini gördüm. Bunda utanılacak bir şey yoktu, ben de alkol içtim kendimi gösterdim, rahatladım.Hep kendimi kendime saklamamın bir anlamı yoktu. Onlar beni görünce ben de onlarda kendimi gördüm. Kendimi de tanıma şansı buldum.

Kendimin de koca bünyemin elverdiği etkide alkolden etkilendiğinde daha ilginç biri olduğunu görmedim değil. İlginç olaylara gebe olduğu kesin. Yüzlerce alkollü oluşuma katıldıktan sonra; şöyle bir izlenim sahibi oldum: Alkol ortamı güzelleştirir, gergin olanları çözer, muhabbeti açar – sınırlı konulardan sıkıcı tekrarlardan çıkmasını sağlar. Aklı başında insanla içersen bir zararı da olmaz. Aklı başında olmayan adamın alkol almadığında da neler yaptığını görünce zaten bu kısım hesaba bile katılmaz.

Kullanmayanıyla da alkolsüz ortamlarda da en az alkollüsünde olduğu kadar güzel anı yaptım. İkisinde de çok güzel insanlar tanıdım. Pek düşünmedim. Ben alkol içmiyorum diyen insanlara bir saniyeliğine şaşırıp devam ettim.

Garip yerlerde yetişmiş olmalıyım ki sadece bir kaç kez neden alkol kullanıyorsun, zararlı-tehlikeli-kontrolünü kaybetmene yol açar diyenine denk geldim. Cevaplamaya çalıştım. Bazen karşıdakine kendisinin yapmakta olduğu yüzlerce zararı hatırlattım, bazen neden bu kadar güzel olduğunu, bazen de kontrolün asla kaybedilemeyeceğini onun kaybettiğini zannettiğinin ‘her şeyi kontrol edebildiğimiz yanılgısı’ olduğunu söyledim.

Arada bir ben de dayanamadım “Neden kullanmıyorsun ki?” diye sordum. Sonuçta merak ettim. Ben kullanıyorum o kullanmıyor, neden ola ki dedim. İlginç cevaplar aldım. Midesi bulanandan, dini sebeplere, beni çarpıyordan, saçma sapan davranıyoruma, kontrolün hep bende olmasını istiyorumdan, alkol alırsam yapacaklarımdan korkuyoruma kadar bir sürü sebep duydum. İstisnasız hepsine hak verdim.

Şimdi gazetede okuyorum ki Türkiye’de her 100 kadından 3’ü alkol kullanıyormuş, 3’ü de arada bir kullanıyormuş ya da bir dönem kullanmış.

Kafamda canlandırdım alkol kullanan kadın, alkol kullanmayan kadın. Kullanmayanlara bildiğim nedenleri verdim, hayal ettim. Yanıma koydum. Yanında alkol içtim. O içmedi. Diğeri içti. Bilemedim.

Bir insan birlikte olacağı insanın alkol kullanıp kullanmamasına göre karar verir mi? Garip geliyor değil mi? Sığ sanki. Bir insan alkol alıp almamasına göre değerlendirilmemeli. Değerlendirilmez de zaten.

Ee ama birlikte olacağımız insanı aslında değerlendirmememiz gereken o kadar çok şeye göre değerlendiriyoruz ya. Dinlediği müzik, dini, oy verdiği parti, eğitimi, şehri, arkadaşları, çevresi, işi, parası, ailesi, saç rengi, boyu, kilosu, hastalıkları, engelleri, eski sevgilileri, konuşması, ses tonu… Ya alkol de bunlardan biriyse?

Eğer öyle zaten diyorsan, başla hesaba;

Türkiye’nin yarısı kadın olsa böl sekseni ikiye.

Belli yaş aralıklarını çıkar, artık kendi zevkine, yaşına göre. E bir de yasalara göre bir zahmet.

Evlenmişleri, başkalarıyla birlikte olanları çıkar. Akrabaları da çıkar diye tavsiye ederim.

En sonunda bu rakamı da yüze böl altı ile çarp.

Eh, bundan sonra varsa kendi kriterlerin ekle tabii.

Ne kaldı?

Aynı habere göre de 100 erkekten 19’u kullanıyormuş, 17’si de arada bir. Kadınlar da aynı soruyu sorar. Bir de üstüne ekle kocası/erkek arkadaşı içmiyor bu yanında içiyorcuları. Bir de ekle; ben içmiyorum senin de içmeni istemiyorumcuları. Belki daha zor.

Belki bir dahaki sefere alkol içen birine denk gelirsen, başka bir gözle bakarsın. Daha bir sevgiyle, hoşgörüyle. İlgiyle.

Eğer alkol içmiyorsan ve de içmeyeni arıyorsan da, tebrikler doğru ülkedesin. En azından istatistiki olarak…

Daha iyi hayat, önemli. Daha çok sevgi, başarı, mutluluk, eğlence, seks, para, arkadaş – daha iyi aile, ülke, onur, idealler… hayatımızda öncelik olarak sıralanabilecek her ne varsa bir şekilde aslında daha iyi bir hayat yaşamamıza katkıda bulunmak için var. Eğer kendi hayatımızı bir uğurda ‘feda’ ediyorsak da bunun tek nedeni de sadece başkalarının hayatı daha iyi olsun diye.

‘Daha İyi Bir Hayat Endeksi’, başka daha ulvi amaçlarla kurulmuş olsa da kısaca ekonomi ve demokrasi olarak gelişmiş ülkeleri bir araya getiren OECD’nin Türkiye’nin de üyesi olduğu 34 üye ülkesi arasında yaptığı araştırma ve değerlendirmeler sonucunda oluşturulmuş bir ‘Hayat hangi ülkede ve hangi alanlarda’ iyi sıralaması.

Çıkan ana sonuç: Türkiye’de hayatın iyi olmadığı. Hatta OECD’nin en kötüsü olduğu. Endekste hayatı etkileyen 11 ana başlığı kendiniz için önemlerine göre ağırlıklandırabiliyor ve ülkeleri buna göre dizebiliyorsunuz. Türkiye’nin en iyi olduğu üç başlığa; güvenlik, devlet yönetimi ve çevreye en büyük ağırlığı verip diğer konuları görmezden gelseniz bile Türkiye ancak sondan üçüncü olabiliyor.

Şimdi rica ediyorum benim için kafanızdan hayatın Türkiye’den kötü olduğu ülkeleri şöyle bir geçiriverin. Şimdi de ben size bu indekse göre hayatın Türkiye’dekinden daha iyi olduğu bazı ülkeleri sayayım: Meksika, Şili, Estonya, Macaristan, Slovakya, Polonya, Slovenya, Çek Cumhuriyeti, otobüse bindiğinizde intihar bombasıyla havaya uçabileceğiniz İsrail ve bugünlerde içine düştüğü durumdan dolayı haline milletçe içimizin kan ağladığı (ya da hakettiler deyip kıs kıs güldüğümüz) Yunanistan.

Eğer ilk tepkiniz, benimki gibi, ‘kriterler sadece resmin tek bir tarafını göstermiştir’ ise yazıya devam edin. Eğer OECD Türkiye’yi kötü göstermek için komplo yapmıştır diyorsanız zaten güle güle, niye gelmiştiniz?

Neden bu endeksi size anlatıyorum? Çalışmada değerlendirmelerin nasıl yapıldığını gösteren detaylı bir ek rapor mevcut. Ben sınırlı anlayışım, matematik ve istatistik bilgimle yapılan açıklamaları, verilen tabloları, hesaplama şekillerini, konu başlıklarının üzerine bina edildiği soruları uzun uzun inceledim. Sadece şunu söyleyebilirim: Ecnebilerin Türkiye’yi kötü gösteren her icraatinden sınırsız şüphe eden Türk bünyem tatmin oldu.

Veriler üç ana noktadan alınıyor: Birleşmiş Milletler istatistikleri, Türkiye Devlet İstatistik Kurumu’ndan alınanlar ve 140 ülkede yapılan Gallup World Poll. Eğer siz de benim gibi daha detaylı incelemek isterseniz, özellikle de bu tür çalışmalar ilginizi çekiyor veya başka bir çalışmanıza yardımcı olabileceğini düşünüyorsanız çok da sıkıcı olmadığını söyleyebilirim. Aslında aşağıda tek tek konuların üzerinden geçerken çalışmanın nasıl oluşturulduğu sorusuna da kısmen yanıt vermiş olacağım.

Eğer endeks bu noktaya kadar ilginizi çekmeyi başardıysa; vaktiniz ve konsantre olma şansınız da varsa yazının geri kalanını bırakıp gidip endeksi bizzat kendiniz inceleyin isterim. Daha sonra tatmin olmazsanız tekrar buraya da dönebilirsiniz tabii.

Komünite (Toplum Hayatı/Sosyal Dayanışma)

Bunu en başa almamın nedeni belki de beni en çok şaşırtan konu olmasıdır. Neden mi? Biz değil miyiz misafirperverliğimizle, dayanışmamızla, dostluğumuzla, kardeşliğimizle, aile bağlarımızla Batı’nın yozlaşmış değerlerine örnek olan?

Türkiye’de 100 kişiden sadece 79’u ‘başım dara düştüğünde gidebileceğim, güvenebileceğim bir dostum/tanıdığım var’ diyebilmiş. 5 kişiden 4’ü. 5 kişiden 1’i dara düşse gideceği hiç kimse yok. OECD’nin en düşüğü. ‘Yozlaşmış’ İngilizler %95, ‘paraya tapan’ Amerikalılar %92, ‘sadece kendini düşünen bencil’ İsviçreliler %93, ‘sokakta adam kesseler kimse dönüp bakmaz’ Danimarkalılar %97 oranında ‘benim bir dostum/ailem/tanıdığım var’ demiş. Nasıl olur diyenler için bize yakın ülkeleri bilmek bir nevi gönlünüze su serper ve demek ki birşeyleri yanlış düşünüyorum demenize yol açar belki, bana öyle oldu: Portekiz (%83), İtalya (%86), Yunanistan (%86). Yine ‘sizi bilmiyorum’ ama benim bazı ön yargılarım yerinden oynadı. Ya, biz Akdeniz milletleri arkadaşlığın, dostluluğun, sıcakkanlılığın neferi değil miydik?

Yaşam Tatmini

Şöyle bir ülke düşünün sadece 4 kişiden biri (%28) ‘hayatımdan memnunum’ diyor; sadece iki kişiden biri (%43) beş yıl sonra hayatından memnun olacağını düşünüyor. OECD ortalamaları sırasıyla %63 ve %71. Hani biz fakir de olsak, değerlerimizle-kültürümüzle-sıcakkanlı, neşeli kişiliklerimizle hayatımızdan memnunduk?

Eğitim

Bugün sokakta yürürken 25-34 yaş arasında birisini mi gördünüz? Bilin ki bu gördüklerinizin 10’undan sadece 4’ü lise dengi bir diploma almış. Geri kalan ülkelerin ortalaması 10’da 8. Eğitimin hayattaki başarı ve düzgün insan olmak için tek gösterge olmadığı tuzağına düşmeden önce şunu düşünün; eğer olasılık hesabını doğru yapıyorsam (ki yapmama olmama ihtimalim de hayli yüksek) gelecekte 3 aileden 1’inin çocuğu/çocukları lise diploması olmayan anne babanın gözetiminde büyüyecek. 2 aileden 1’inin çocuklarından birinin annesinin veya babasının lise diploması olmayacak. Sadece 4 aileden 1’inde çocuklar hem anne hem baba en az lise diplomasına sahip şekilde büyüyecekler. Ben mi yanılıyorum, yoksa benim gözümdeki Türkiye bundan çok daha iyi değil miydi? Okuma, yazma sorunu çoktan çözmüş; eğitimi ücretsiz ve mecburi olduğu Türkiye nerede? Unutmayın 25 ve 34 yaş arası insanlardan bahsediyoruz. Yani en yaşlısı 1976’da doğmuş, 1982/83’de okula gitmeye başlamış; tahminen 1990/91’de liseye başlamış olması gereken bir nesil!

İş-Yaşam Dengesi

Osmanlı Şeyhülislam’ının yüzünde matbaa 200 sene geç geldi, biz de 200 sene geç kaldık değil mi? Bunu “bilmeden” büyüyen var mı? E, o halde OECD’nin geri kalan ülkelerinde yaşayanlardan misal Meksikalılardan, Şililerden, İsraillilerden biraz daha fazla çalışmamız normal canım. Örneğin OECD genelinde insanlar sabah 9’da girip akşam 5, bilemedin 5.30da işten mi çıkarlerken, biz sabah 9’da girip akşam 7’de çıkalım. Yıl boyunca da en az 10 gün daha az tatil yapalım.

Bunlar benim ham datadan kendi çıkardığım yorumlar – asıl veri şu: Türkiye’de yıllık ortalama çalışma toplam 1918, OECD genelinde 1739 saat. Yani şu kesin ki ortalama olarak yılda en az 179 saat daha fazla çalışıyoruz. Günde 9 saat çalışan bir insan için bu yaklaşık 20 gün eder. Güzel; çalışalım, iyi güzel de çalışılan her ekstra saat hayattan çalıyor; sevgiden, düşünceden, arkadaşlıktan, insanlıktan, mutluluktan.

Beni asıl korkutan ise Türkiye’de olmayan ‘fazla mesai’ kavramının bu veriye yansımamış olabileceği. Ya 20 değil de 30 günse, ya da 40? Yılda toplam 365 gün var, biz fazla çalışınca yıl uzamıyor, sadece gerçek hayatımız kısalıyor. O yüzden ‘daha çok çalışıyoruz işte’ kaynaklı garip bir gurur duygusuna kapılmadan önce tekrar bir düşünmekte fayda var. Bir de çalışma saatinin çalışması var da ‘sömürülme saatinin’ (çalışma koşullarının/insana saygının) da bir etkisi olabilseymiş keşke.

Ev Kalitesi

Türkiye’de kişi başına düşen oda ortalaması 0.7, OECD genelinde 1.6. Beni çok şaşırtmadı. İnşaat sektöründe ‘parlayan’ ülkemizde çocuklarımızın kendilerine ait olan yalnız kalabilecekleri, bireyselliklerini yaşayamayacakları evlerde büyümesi normal. Benim tanıdığım insanların çoğu böyle büyünmüştür diye düşünürüm, geriye bakıp düşünsem. İlginçtir oda ortalaması 1’in altında kalan başka ülke yok. Yoksa ilginç değil mi, karar veremedim.

Peki şuna ne demeli, 5 evden 1’inde o eve özel, kanalizasyon sistemine bağlı tuvalet yok. Bu iş Kibar Feyzo’da kalmamış mıydı?

Gelir

Türkiye’de kişi başına düşen gelir durumu son senelerde oldukça iyileşti. İyileşmese ne olurdu merak ediyorum. Benim ilgimi çeken, genelde arkadaşlarım arasında yaygın olan ve bende de karşılığını bulan ‘kazandığımız para Dünya’da geçerli olmayabilir ama aynı parayla Türkiye’de çok daha iyi bir hayat yaşayabilirsin’ inancının geçerliliğini kaybetmiş olması.

En ‘kafası basmayana’ anlatır şekliyle şöyle anlatayım, OECD alım gücüne göre bir endeks oluşturmuş, Türkiye’de ortalama bir aile kazandığı parayla masaya 1 ekmek koyabiliyorsa Şili ve Meksikadakiler de 1 ekmek koyabiliyor; Çek Cumhuriyetindekiler 1.5, Yunanistan ve İspanyadakiler 2, Norveçliler 3, Amerikalılar 4 ekmekle karınlarını doyuruyorlar.

Hani gelir az hepimiz kabul ediyorduk zaten de, hayat da artık ucuz değil. Ya da hayat çok ucuz, ama bu başka konu.

Sağlık

Bendenizin, ve belki siz-denizin de, çevresinde yaygın olan bir diğer inanış: Türkiye’de herşey kötü olabilir ama ‘Allah için’ sağlık iyi. Zaten AKP de son on yılda en çok burada yaptığı düzeltmelerle oyları aldı diye yorumladı ya siyaset bilirlerimiz, üstelik ‘gerçekçi olmak lazım’ diyenleri. (Laf aramızda ben de katılıyorum ama durumu daha vahim göstermem lazım, abartıyorum.)

Bugün Türkiye’de doğan bir çocuk OECD ülkelerinde doğan çocuklar arasında en kısa yaşayacak olan, 73.5 yıl ortalama ile. Çocuğu Meksika’da doğur ki 2 yıl daha, herkesin sabahtan akşama bütün kötülüklerin anası alkol içtiği İngiltere’de doğur 5 yıl daha, daha önce de söylediğim gibi otobüste, restoranda patlayarak ölebileceğin İsrail’de doğur ki 8 yıl daha fazla yaşasın.

Kendimle çelişeyim. Doğrudur sağlık hizmetlerinin Türkiye’de daha kötü olduğu anlamına gelmiyor bunlar. Ama kendimize bakmayı bilmediğimiz, sözde çok sağlıklı Türk yemeklerinin gerçekte yediklerimiz olmadıkları, sinir-stres-fazla çalışmanın hayatımızı kısaltmadığı, kendimizi sağlıklı kılacak kültürel faaliyetleri bünyemizde barındırmadığımız anlamlarını çıkarmamak da hayli zor sanki. Hani herşeyi devletten beklememek lazım durumu. Zaten indeks politikacılardan çok Türk toplumunun Türkiye üzerinde beraberce yarattığı hayatın ‘iyiliğini’ ölçüyor.

İş ya da İşsizlik

İşsizlik zaten kötü, biliyoruz. Fazla irdelemeyeceğim. Ama şunu belirteyim en azından, Avrupa’da işsizlik sorun diye bildiğimiz İspanya’da, Yunanistan’da ‘işler’ o kadar da kötü değil; yani bir diğer deyişle Türkiye’de düşündüğümüzden de daha kötü.

Bu konuda genelde konuşulan işsizlik oranının: “İş arayanlar arasında iş bulamayanların” ötesine geçebilmek önemli. Az önce de belirtildiği gibi Türkiye’de çalışan aşırı çok çalışıyor. Ama asıl sorun şu; o kadar çok fazla insan çalışmıyor ki. 15-64 yaş arası nüfusta iş gücüne katılım oranı OECD’nin en düşüğü olan %46’da. Yine matematik katliamı yapayım, Türkiye’de işsizlik söylendiği gibi %10-11 civarında ise bu durumda 15-64 yaşındaki her iki kişiden biri iş bile aramıyor!

Başka bir veri paylaşımı projesi olan gapminder.org – ki bu site ve düşündürdükleriyle ilgili başlı başına ayrı bir yazı yazmak lazım, tavsiye edilir – gördüğüm bir şey oldukça endişe verici: Kadınlar çalışmıyor. Nedenini geçtim ama kadınların çalışmamasının bence üç önemli etkisi var: a) Çalışabilecek ve üretebilecek potansiyelimizi değerlendiremiyoruz, b) Kadın-erkek eşitsizliği ve buna bağlı olarak toplumdaki birçok değer ve anlayış örseleniyor, en başta da özgürlük c) Çocuklar çalışmayan, bir nevi hayatı bilmeyen anneler tarafından büyütülüyor.

Devlet Yönetimi

OECD burada önemli bir faktör olarak seçime katılma oranını almış. Aslında mantıklı; insanlar oy veriyor böylece politika ile gelecekleriyle ilgileniyor siyasete ‘katılıyorlar’ değil mi? Türkiye de zaten her geçen seçimde katılım oranında rekor üstüne rekor kırıyor. Bize de yönetime katılım oranına ‘katılmak’ kalıyor.

Sonuç

Bilmiyorum, siz söyleyin. Seçenekler:

a)     Çoğumuz Türkiye’nin karanlık yüzünü görmeden yaşıyor, o yüzden gerçek durumunun ne kadar içler acısı olduğunu göremiyoruz

b)     Türkiye vaktinde çok geri kaldı, hızla yetişiyor, durum bu kadar kötü değil

c)     Türkiye’de yaşam asla bu indekste gösterildiği kadar kötü değil;

c1) Araştırmacılar yanlış

c2) Bizim millet anketör görünce atıp tutuyor

c3) Devlet İstatistik Kurumu’nun ne dediğine güven olur mu hiç

d)     Türkiye’de bu kriterlerden çok daha önemli sorunlar var, asıl iyi bir hayat sürmemizi önleyen onlar

e) Hiçbiri

Ah ne rahattır yaptığı saçma sapan esprinin, söylediği beyne zarar cümlenin üstüne “dermişim”i çakan çakma tikinin kafası. Ama yoktur dayanacak bir ideolojisi zannetme, 1894’de insan hakları hakkında en büyük düşünceleri üretmiş Jean Jules le Teverne’in de dediği gibi ‘Demedim, öyleyse dedim demeyin’…dermişim.

Başbakan üsturuplu bir dermişim çekerken Kılıçdaroğlu da internette dolaşan bir espriyi siyasi beyan olarak öne çıkarıyordu, onun da adı vardır elbet; misal ‘internette görülen düşünce, espri, karakterlerin gerçek hayatta da aynı şekilde varolduğu sendromu.’

Başka bir sendrom olan ‘uyaklı dile getirilmiş düşünce, uyağına hayran kalırken arada ikna da eder’ sendromundan yararlanarak asıl durumu açalım.

Bu ülkede Stockholm sendromu yaşayan birileri varsa o da bütün bu olanları masumane bir şekilde düşünce süzgecinden geçirmeye devam eden düşünen insandır.

İnsan kavramının içinde otomatik olarak yer alması gereken bu niteliğin sıfat olarak başa gelmesi de aynı şekilde akla zarardır.

Gerçekten kafaya kısa devre yaptıracak çok fazla şey oluyor, değil ülkede değil dünyada ama asıl nedeni ‘hayat’tır.

Beyni korumak için bütün dış etkilere kaparsan bu sefer de beyin kendi kendini imha et düğmesine basacaktır.

Yöntemi de bellidir ‘dışarıda düşünülmesi gereken şeyler var’ tümcesini aşırı yükleme yaptırıncaya kadar tekrarlayacaktır.

Bir elde aşırı yükleme bir elde kısa devre, beyni nereye yatırsam, en iyi getiri beni nereye götürür şeklinde düşünürken neden insan kendi beyniyle, vicdanıyla helalleşemez ki diye de sorabilir insan. Ama ‘beyin’ helalleşmez çünkü açıkken seni reddeder, ona yaptıklarını unutmaz, toplumsal baskı ona komaz; kapatırsan da zaten zıvanadan çıkar. Nasıl mı? Seyret.

[Beyin kapa] Belki de başbakanın helalleş-me isteğini İslam’a daha uygun şekilde yaşamaya başlamamız temennisi olarak okumalıyız. [Beyin aç] Demek ki böyle çıkıyormuş bazı düşünceler ortaya. [Beyin kapa] Eğer Başbakan seçimi bu kadar güçlü bir şekilde kazandıktan sonra hala daha dostça bir el uzatabiliyorsa, bundan sonra asıl sorumluluk uzatılan bu eli tutacak olanlardadır. [Beyin aç] Ya da böyle.

Neyse ki porno yararlı mıdır ya da bilim insanı mı bilim adamı mı gibi yararlı tartışmalar da yapılabiliyor bu ülkede. Birisi gerçekte varolan bir durumun incelenmesi diğeri de gerçekten umursayan kadınların toplumda yapabilecekleriyle ilgili kendilerini sorgulamaları açısından… Aaa bir saniye asıl komik bulunması, hafif görülmesi gereken sorunlar bunlardı, karıştırdım. [Beyin kapa/aç] Arada bir reset atmak lazım. Bir an boş bulunup beyni boşa aldım, beyni boşa alınca o da fazla rahat etti, düşündü gitti heyhat. Hemen bir açılım bakanına göstermek lazım, bi açılsın kendine gelsin.

[Beyin kapa] Dostum, bu konulara neden bu kadar takıyorsun ki? Bak ne güzel bir gelecek var önünde, keyfin yerinde… [Beyin aç] Hata mesajı #21: Beyniniz bir kereliğine de olsa gerçekten boşvererek eski umursama kapasitesine asla ulaşamayacak şekilde zarar gördü.

Beyin: İyi de ben yıllar önce boşvermiştim.

Beyin: Doğrudur. Herkes en az bir kere boşverir. Boşver.

Beyin: E, ama o zaman nasıl oluyor? Hani umursamamam lazımdı buna göre?

Beyin: Tam kapasite dedik canım. Kalanıyla istediğini yapabilirsin. Öyle böyle değil, kapasiteyi iyice azaltırsan başkalarına boşvermelerini bile telkin edebilirsin.

Beyin: Hmm, bu herhalde beynin kendi kendini korumak için kendi kendine geliştirdiği bir refleks olmalı. Bir kez olsun boşvererek aşırı umursama tehlikesini bertaraf ediyor.

Beyin: Vay be nasıl da kolayca çözüverdin tüm sorunu. Helal olsun!

Biri size bir şey söyledi. Bu söz kağıt üzerinde sizi incitebilecek, sizi rahatsız edebilecek ya da sizinle dalga geçen bir söz. Ama siz ne incindiniz, ne de gocundunuz, ne de rahatsız oldunuz ve buna uygun, doğal bir tepki verdiniz. Ama konuştuğunuz kişi ‘alındığınızı’ söyledi. Alınmadığınızı gerçekten kanıtlamanın bir yolu var mı? Alınmadığınızı ne kadar çok kanıtlamaya çalışırsanız karşınızdaki de bir o kadar alındığınızı düşünmeyecek mi?

——————————————————————————-

Türkiye’de düşünce paylaşımı ve tartışma konseptinde hızla gelenek haline gelmeye başlayan bir olgu var. ‘Olmayanla suçlama!’

Nedir bu? Olmayan bir gerçek, söylenmeyen bir söz, yapılmamış bir hareketin ne kadar yanlış olduğuna dair yorum yaparak veya bu durumu kınayarak düşünce belirtme şekli.

Bunu televizyonlarda görüyor, gazetelerde okuyoruz; belki günlük hayatta bizim başımıza da geliyor dahası kendimiz de bilinçli veya bilinçsiz şekilde yapıyoruz.

Nasıl oluyor? Bu fenomenin oluşabilmesi için en önemli nokta varolmamış, söylenmemiş, yapılmamış gerçek, söz ve hareketin temel taş olarak söyleme yerleştirilmesidir. Yöntemlerine bakalım:

a) Gerçeğin, sözün, hareketin sadece yarısının görülmesi ve bunun üzerinden yorum, yergi yapılması

Örnek: Geçenlerde rast geldiğim ve çok basitçe anlatan bu örnekte; Sena Kaleli, CHP Bursa milletvekili adayı, seçimden önce bir programda şöyle diyor: “Ben artık Atatürk ilke ve inkilaplarının bekçisi olmak istemiyorum. Ben artık bu ilke ve inkilaplar iktidara gelsin istiyorum.” Başka bir CHPli Kemal Anadol seçimden sonra sadece ilk cümleden hareket ederek “yeni CHP içerisinde Atatürk ilke ve inkilaplarını savunmayanlar, bunu açıkça söyleyenler var” şeklinde televizyonda yorum yapıyor.

b1) Sözün veya olayın bilinçsiz bir şekilde yanlış anlaşılarak başka bir yöne çekilmesi ve bunun üstünden yorum, yergi yapılması

b2) Sözün veya olayın bilinçli bir şekilde yanlış anlaşılarak başka bir yöne çekilmesi ve bunun üstünden yorum, yergi yapılması

Örnek: Bilinçsiz olanı günlük hayatta hepimizin başına gelmiştir. Bilinçli olanı ise karşısındakini masum bir şekilde şaşırtıp durumdan bir espri çıkarmak adına yapılmamışsa oldukça sinir bozucudur. Tartışma programlarında, özellikle taraf savunmak-haklı çıkmak adına olay yerine gelmiş tartışmacılarda sıkça görülür.

c) Bir ‘gerçek’, söz veya hareketin uydurulması, yoktan varedilmesi ve bunun üstünden yorum, yergi yapılması

Örnek: Herhalde buna en iyi örnek artık bir trend haline gelen internetten yayılmış bir dedikodu üzerinden, daha doğruluğu kanıtlanmadan, kapsamlı çıkarımlar veya keskin yargılar oluşturulması

d) Bir gerçek, söz veya hareketin sonucunda oluşturabileceği birçok olası anlamdan, olaydan sadece birisine tek gerçekleşecek ihtimalmiş gibi davranılarak; ihtimaller, olasılıklar üzerinden yeni ‘gerçek’ ve ‘olgular’ oluşturularak bunun üzerinden yorum, yergi yapılması

Örnek: “Gerekirse Abdullah Öcalan ile de konuşulması gerekir” diyen birine “Siz teröristler ile pazarlık yapıyorsunuz” denmesi ya da “AKP’ye oy vermeyeceğim” diyen birisine “CHP bu memleketi batırır” diye cevap verilmesi.

Sıkça kullanılan ya da oluşan bu yöntemler tartışmaların pozitif yanı olan düşünce üretme veya uzlaşı sağlamayı anında uzak bir ihtimal haline getirme konusunda oldukça başarılılar. Kaldı ki; yanlış düşünce üretme, insanları haksız yere suçlama veya düpedüz insanları kandırmada da kullanılmaktalar.

Bu yöntemlerin ve örneklerin sıkça kullanılması Türkiye’de belki çok daha önemli bir olguda etkin olmaya başlıyor. Türkiye’deki hak, hukuk ve adalet kavramlarının ve çok daha önemlisi ‘duygusunun’ da korkutucu bir hızla ‘kanıtlayamadığın bir şey gerçekmiş gibi suçla, olmayanın kanıtını suçlanandan bekle’ alışkanlığına dönüşmesi. Trajediyi katlayan ise sadece suçlayanın değil, dinleyicinin-taraf olmayanın da bu anomalide yerini almasıdır.

Belki yukarıdaki fikri okuduğuzda aklınıza ilk olarak, ve çok canlı olarak Ergenekon davasında yazdıkları, notları veya bulunamayan kanıtlar nedeniyle haksız yere suçlananlar gelmiştir. Ergenekon davası ve etrafında oluşan tartışmalar bu duruma birçok güçlü örnek oluşturmaktadır. Ama aslında dikkat edilmesi gereken bu düsturun çok daha öncesinde de Türkiye’de varolmasıdır.

Misal. ‘AKP şeriatı getirmek istiyor, ülkeyi İslami bir noktaya götürmek istiyor’ şeklinde suçlanıyor. Buna yeterli kanıt bulunamayınca, AKP’nin ‘şeriatçı olmadığını’ kanıtlaması isteniyor. Burada karıştırılmaması ve dikkat edilmesi gereken durum bu yönde şüphelenmenize yol açan belirtilerin olabileceği, ancak kanıt olmadıkça suçlama yapılmamasının gerekliliğidir. Bu durumda en fazla yapacağınız düşünceniz bu yönde olduğunu belirtmek ve durumu izleyeceğinizi söylemektir.

Tıpkı bir gazeteci sırf AKP’nin bu ülke iktidarından gitmesi gerektiğini söyleyip, generallerle görüşmeler yapıp bunun nasıl yapılabileceğiyle ilgili beyin fırtınası yaptığında – belki şakalaştığında, bunun da en fazla sadece şüphe uyandıracak belirtiler uyandırması ve bir suça kanıt oluşturmaması gerektiği gibi.

Sakın bu iki örneği üstüste okuyarak işte AKPlilerin bugün yaptığını aslında çok daha önce ‘laikçiler’ yapıyordu dediğimin ve asıl alttan alta vermeye çalıştığım asıl mesajın bu olduğu sonucuna varmayın. Bu örnekler aynı zamanda rahatlıkla taraf olabileceğiniz ya da duygusal bir pozisyon barındırabileceğiniz konularda; o yüzden burada işlemekte olan haksız-hukuksuz-adaletsiz dinamiği gördüğümüz oranda bütün bu yazı boyunca bahsedilen problemin özünü de kavramaya da bir o kadar yakınlaşmış oluyoruz.

Bu tipteki hak, hukuk, adalet yaklaşımı;

        namaza gitmeyen komşusu için dinsiz suçlaması yapıp ‘inanç sahibi’ olduğunu kanıtlamasını isteyen adamdan,

        erkek arkadaşının kendisini aldattığıyla suçlayıp ‘aldatmadığını’ kanıtlamasını isteyen kız arkadaşa,

        sadece zengin olduğu için yoksulların derdini umursamamakla suçlanan ve ‘önemsediğinin’ kanıtlanması istenen kadından,

        sadece Kürt olduğu için terörist olmakla suçlanan ve ‘olmadığının’ kanıtlama zorunda bırakılan adama,

        yapılan her karanlık operasyonun arkasında bir İsrail veya yahudi komplosu olduğuna katılmadığı için ‘yahudi olmadığını’ ispat etmedikten sonra düşman olarak görüleceği söylenilen adamdan,

        daha önce sayıca çok erkek arkadaş değiştirdiği için ‘orospu’ olmadığını örneklerle ortaya koyması beklenen birçok genç kıza,

        ya da Müslümanlığını açık bir şekilde yaşadığı için gelecekteki eşine başını örtmesi için baskı yapacağının kesin görülmesi ile yaftalanan adama

kadar sayısız örnekte olduğu gibi Türkiye’de birçok farklı kesimdeki birçok insan tarafından, farklı dönemlerde farklı şekillerde yapılmıştır. Burada bahsedilenlerin hepsi, belki çoğu tabii ki de suç değil. Ama karşı taraftan, yani ‘suçlayan’ tarafından bu şekilde değerlendirildiği belirtilmek isteniyor. Hatta buradaki suçlamaların hepsi çoğu zaman açık bir şekilde dile bile getirilmemektedir. Ama bu suçlamaları yapan insanların – kendi içlerinde bile olsa karşılarındaki insana davranışları sonucunda – hak, hukuk ve adalet duygusunun zedelendiğine şüphe yok.

Bu yazıda da asıl gelinmesi gereken nokta bu. Prensipleri ve adaleti bir kenara bırakıp kendi çıkarımız veya isteğimize uygun sonuçlar çıkıyor diye bu tip yöntemlerle insanların haksız, hukuksuz ve adaletsiz bir şekilde suçlanmasına göz yummak, kayıtsız kalmak; bizim, izleyenlerin, suçlamayı yapanın ve de suçlanan kişinin adalet duygusunun zedelenmesine yol açıyor. Yok olan bu duygunun da yeni örnekler ortaya çıkmasına yol açtığını, ve bu yeni örneklerin de başka insanların adalet ve hak duygusunu yok ettiğini de dikkate alınca da kötü gidişatın katlanarak arttığını görüyoruz.

Ayrıca ortaya şöyle bir durum da çıkıyor: Gerçekte varolmayan şeyler nedeniyle suçlanan, haksız duruma düşen ve kanıt olmadan suçlandığı için olmayan suçun kanıtını bulmak durumunda kalan bir sürü taraf, bir sürü insan.

Aslında yukarıdaki sınırlı sayıda örnek incelendiğinde bile bu tip düşünce şeklinin ve bu düşünce şekline prim verilmesinin girift bir şekilde her tarafı da uzun vadede kötü etkilediğini görüyoruz. Yani bir bakıma bu işi yapan da yapılan da buna göz yuman da hatta bunun farkına varmayan bile artık açığa çıkmış olan bu yitik hak ve adalet duygusundan zararını görüyor. Zaten başından başarısız olduğumuz birbirimizi anlama veya anlamaya çalışma meselesi de doğal olarak dibe vuruyor.

Tüm bu açıklamalar üzerine bu yazı; adaletsizliğe göz yumarsanız siz de adaletsizlik yapıyorsunuzdur ya da adaletsizlik yaparsınız o adaletsizlik bir gün gelir sizi de bulur diyerek bitseydi herhalde ulaşılması kolay bir sonuç için aşırı çaba harcamış olurdu.

Ben gözden kaçma ihtimali olan başka bir noktayı belirtmek istiyorum. Yukarıda anlatılan ve daha burada üstünde durulmayan bütün bu örnekleri, yöntemleri bildiğiniz halde bunları farketmiyor, gördüğünüzde bas bas bağırmıyor veya düzeltmek için elinizden geleni yapmıyorsanız aslında siz de haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsizlik yapıyor olabilirsiniz.

Bu yazı da; hani olur da gerçekten bu örnekleri, yöntemleri daha önce gerçekten hiç farketmediyseniz ya da unuttuysanız ya da üzerinde düşünmeyi bıraktıysanız sizi tuzağa düşürerek, size haksızlık yapmak amacıyla yazılmıştır. Artık siz de her an bir haksızlık yapıyor olabilirsiniz. Tebrik ederim.